Boğaz’da bir Huzur Limanı
2010 yılı idi, “Sadaka Taşları” isimli çalışmamız yayımlanalı bir yıl olmuştu. İşte o günlerin birinde telefonum çaldı. Arayan ekonomi-iktisat konulu yazıları ile tanınan Güngör Uras’tı. Kendisini tanıtıp merhabalaştıktan sonra, “Sadaka Taşları-Zimem Defterleri” başlıklı bir yazı kaleme aldığını, internette bize ait bir sadaka taşı fotoğrafına rastladığını, şayet mümkünse yazısında bunu değerlendirebileceğini ve “Sadaka taşları” kitabımıza da yer vereceğini ifade etti. Memnuniyetle kullanabileceğini, herhangi bir mahsurun bulunmadığını söyledim.
Konuşmanın devamında ‘Mezar taşlarıyla ilgili çalışmalarımızdan da haberdar olduğunu, konuyu önemsediğini, kendisinin de aile büyüklerinden bazı kişilerin Yahya Efendi Dergâhı civarında medfun bulunduğunu, ancak hazirenin durumunun içler acısı vaziyette olduğunu’ belirtip üzüntüsünü dile getirdi. Hatta bu dergâh ve hazire hakkında bir yazı yazmanın, ilgilileri uyarmanın gerekliliğine işaret etti. Bu tavsiyeyi yerinde ve anlamlı buldum. Ancak evvelce bir iki kez gittiğim Yahya Efendi’ye o gün bugündür bir daha gidemedim. Nasip olmadı.
Yakın zamanlarda Yahya Efendi’nin torunu Ayşe Hubbî Hatun ile ilgili bir şeyler araştırırken aklıma, yıllar önce yapılan bu sohbet düştü ve üzüldüm. Artık az da olsa Yahya Efendi’ye dair bir şeyler yazma vaktinin geldiğini düşündüm ve soluğu Yahya Efendi Dergâhı’nda aldım.
Derin bir sükûnet iklimi
hemen fark ediliyor
Malum olduğu üzere İstanbul’umuzun eski zamanlardan beri Eyüp Sultan başta olmak üzere müstesna bazı manevi üsleri vardır. Koca Mustafa Paşa’da Sümbül Efendi, Zeytinburnu’nda Merkez Efendi, Üsküdar’da Aziz Mahmud Hüdai gibi (Allah hepsinden razı olsun). Bırakın İstanbul’u, Anadolu’dan, hatta dünyanın pek çok noktasından bu özel mekânlara ziyaretçi akını olur. Bu ziyaretgâhların konumları adeta inceden inceye hesaplanmış ve ona göre karargâh kılınmış; her biri kartal yuvası gibi. Şehrin karmaşasından, gözlerden ırak ama herkesi görüyor, gönüllere açık. Mütevazı, lakin cazibe merkezi…
Yüzyıllardır bu milletin harcı oldular. İyiliği, fazileti, erdemi nakış nakış işlediler insanımızın gönüllerine. Buna rağmen türlü badirelerden geçtiler. Gözetim altında tutulup, ahenkli bir şekilde varlıklarının devamı sağlanmadı. Yok sayıldılar, ihmale ve talana maruz bırakıldılar. Kapılarına kilit vuruldu. Yanından, köşesinden geçenler damgalandı, takibata uğradı, hor görüldü ve dışlandılar. Ama bu zulmü insanımıza layık görenler başarılı olamadı. Kadir kıymet bilen vefalı insanlar bu huzur vahalarından bir türlü vazgeçmedi. Kopamadılar buralardan. Nasıl kopsun ki? Ruh ve beden, bir bütünün iki parçası, ayrılabilir mi? Millete rağmen millete yapılan bütün tepeden inmeci, tek tipçi, fabrikacı dayatmalar akamete uğramak zorundadır. Tarih bunun yüzlerce örneğine şahittir. Olmaya da devam ediyor.
İşte o gönül mekânlarından birindeyiz. Ne ilahi tecellidir ki yine bir kurban bayramında yani Yahya Efendi’nin vefatının sene-i devriyesinde kabri başındayım. Ne kadar plan program yaparsak yapalım vakit dolmadan, çağrı gelmeden adım dahi atamıyoruz. Ziyaretim esnasında bir yandan da bunları düşünüyor, nefis muhasebesi yapıyordum. Hayatta tesadüf diye bir şey yok. Bunu idrak etmeye çalışıyorum. Şeyh Yahya Efendi’nin külliye niteliğindeki dergâhı- türbesi Beşiktaş’ta Yıldız Parkı’nın yanında, Çırağan Sarayı’nın karşısında Boğaz’a nazır bir konumda bulunuyor. Ahmet Hamdi Tanpınar mekânı şöyle tasvir eder: “Ölüm burada, hemen iki-üç basamak merdiven ve bir-iki setle çıkılıveren bu bahçede hayatla o kadar kardeştir ki bir nevi erme yolu yahut aşk bahçesi sanılabilir.”
Tanpınar’ın tarif ettiği halet-i ruhiye içerisinde Çırağan Sarayı’nın karşısında yer alan dik eğimli yokuşu yavaş yavaş tırmanmaya başlıyoruz. Yaklaşık 150-200 metre sonra yolun sağ kolunda, hâlâ faal olan, beyaz mermerden inşa edilmiş küçük, zarif bir çeşme bizi karşılıyor. Çeşmenin hemen arka kısmından sağa, daracık tali bir yol ayrılır. Bu yoldan 30-40 metre yürüyoruz ve hemen sol kolda bulunan Yahya Efendi Külliyesi’nin dış kapısını selamlıyoruz. Kapıdan girip üstü kapalı koridordan geçtikten sonra külliyenin asıl avlusuna vasıl oluyoruz. Sağımız, solumuz mezar taşlarıyla dolu. Tam karşımızda külliyenin cümle kapısı bulunuyor. Cümle kapısını geçtikten sonra derin bir sükûnet ve huzur iklimi hemen fark ediliyor. Bu sükûnet ve uhrevi hava insanda ister istemez büyük bir hürmet ve teslimiyet hissi uyandırıyor. Koridorun sonundan sağa dönüyoruz. Yahya Efendi’nin türbesi buradadır. Türbe kapısının sağ ve sol tarafında altın varak yaldızlarla tezyin edilmiş mezar taşları ve siyah zemin üzeri sim işlemeli sandukalar yer alır. Bunlar çeşitli kademeden devlet adamları, hanım sultanlar, şehzadeler, şeyh efendiler ve yakınlarına aittir. Cümlesine bir fatiha üç ihlâs-ı şerif hediye eyledikten sonra türbenin hemen solundan tevhidhane-mescid bölümüne geçiyoruz.
Çöl ortasındaki
bir vaha gibi…
Türbenin bu bölüme açılan genişçe sayılabilecek hacet-dua penceresi vardır. İnsanlar öbek öbek toplanmış dua ediyorlar. Kimileri ise mescidin muhtelif yerlerine dağılmış, huşu içerisinde Kur’an-ı Kerim okuyor, tespih çekiyorlar. Mescidin pencerelerinden dışarıyı seyrederken bir an Boğaz’ın mavi sularına düşeceğinizi zannediyorsunuz.
Tekrar avluya çıkıyoruz. Giriş kısmında olduğu gibi külliyenin dört bir yanı tarihi mezar taşlarıyla dolu. Bunlar desen desen, zarif işlemeli, envai çeşit hat yazılarıyla süslü, farklı dönemlere ait mezar taşlarıdır. İnsanlar, mezar taşlarının arasından geçip külliyenin Boğaz yönüne bakan kısmına doğru ilerliyor. Burada da kimi dua ediyor, kimi düşüncelere dalmış tespih çekiyor, kimisi ise Boğaz’ın o insanın içini serinleten masmavi sularını, eşsiz güzelliğini doyasıya temaşa ediyor. Burada hayat adeta durmuş vaziyette. Evet, burası dünyevi ile uhrevi olanın hakikaten cem olduğu bir yer, adeta çöl ortasında bir vahadır. Arkanızda “Hüvel-Baki” sesleri, önünüzde güzellikler meşheri, yanı başınızda bu iki kutbu bünyesinde eritmiş ulu bir veli…
Kapısı herkese açıktı
Yahya Efendi, İbn Ömer el-Arabî ve Molla Şeyhzade olarak da bilinir. 16. yüzyılın önemli bir ulema ve evliyasıdır. “Müderris” mahlasıyla yazdığı tasavvuf şiirleri de vardır. 1495 tarihinde Trabzon’da doğdu. Arif ve âlim bir zat olan babası Ömer Efendi Trabzon Kadılığı yaptığı sırada Şehzade Selim de Trabzon Valiliği yapmakta idi. I. Selim’in oğlu Kanuni ile Yahya Efendi bu dönemde birkaç gün arayla dünyaya gelmiştir. Kanuni ile Yahya Efendi de sütkardeşidir. Bu bağ daha sonraki yıllarda önemli ilişkilere ve gelişmelere de dayanak teşkil etmiştir. Kanuni’nin aynı hafta içerisinde doğmalarına rağmen Yahya Efendi’ye hep hürmet gösterdiği, ona “Ağabeyim, hocam!” diye hitap ettiği rivayet edilir.
Çocukluk dönemlerinde Trabzon’da yedi yıl eğitim gören Yahya Efendi’nin yetişmesinde derin bir bilgi ve birikimi olan babasının önemli bir yeri vardır. Otuz yaşlarında geldiği İstanbul’da Şeyhülislam Zembilli Ali Cemali Efendi’ye intisap etmiş ve kendisinden icazet almıştır. Davud b. Kemal Efendi, Muslihiddin Mustafa Suriri Efendi ve GürceynAlaaddin Efendi onun eğitim hayatında rolü olan âlimlerden bazılarıdır. Zahir-batın, dini-dünyevi bütün ilimleri bünyesinde cem etmiş müstesna bir şahsiyet olan Yahya Efendi’nin herhangi bir tarikata mensubiyeti ve bir mürşide tâbiiyeti bilinmiyor. Bu sebeple ona “Üveysilerin Piri” de denirdi. Üveysilik, doğrudan Peygamber Efendimiz’den (s.a.v) feyz alarak olgunlaşma halidir. Kendisinden sonra dergâh mensupları Nakşî tarikatına yönelmişlerdir.
İnsan iki kanatlı kuş misali, maddi ve manevi yönü olan bir varlık. Bu kanatlardan biri ihmal edildiği takdirde uçamaz, mesafe kat edemez. Biz hep ikisinden birine tercihe zorlandık. Tek kanatla uçmaya çalıştık. Tabi bir türlü başaramadık. Bu sebeple çok süründük, böyle devam ettiği müddetçe de sürünmeye devam edeceğiz. Tarihte ne zaman bu ilahi terkibi hayata geçirmişiz o zaman ilimde, bilimde, sanatta, insanlıkta zirve yapmışız. Yahya Efendi, işte o parlak zirvelerden bir şube, parıltısı günümüzde hâlâ hissedilen, bizlere ilham veren bir kutup yıldızıdır.
Yahya Efendi, İstanbul’da belli bir eğitim görüp icazetini de aldıktan sonra müderris olarak görevlendirilmiştir. Daha sonra farklı medreselerde vazife yaptıktan sonra devrin en yüksek seviyeli eğitim kumlarından biri olarak kabul edilen Sahn-ı Seman medreselerinden birine atanmıştır. Bu görevindeyken bir anlaşmazlık sebebiyle sütkardeşi Kanuni ile arası bozulmuş ve müderrislikten azledilmiştir. Bu hadiseden sonra inzivaya çekilme arzusu duyan Yahya Efendi, kendisine mekân olarak Boğaz’ı kuşbakışı seyreden Beşiktaş yamaçlarını seçmiş.
O artık Beşiktaşlı Yahya Efendi’dir. İkram ehli, müslim-gayrimüslim kapısı herkese açık, Boğaz’ın manevi bekçisi, denizcilerin piridir. Dergâh kısa sürede halkın yanında âlimler, her kademeden devlet adamı ve sanatkârların adeta uğrak yeri oldu. Bu kapı herkese açıktı.
Onun saraya yakın fakat halkın içerisinde olması yani bir nevi devletle halk arasında köprü vazifesi görmesi en önemli özelliğidir diyebiliriz. Burada kendi imkân ve gayretleriyle yaptırdığı külliyede ilim ve irşad faaliyetlerini vefatına kadar sürdürmüştür.
Medreselerinde pek çok öğrenci yetişir; İslami ilimlerin yanında matematik, geometri ve tıp gibi bilimlerde eğitim müfredatın içindedir. Halkın ve saray çevresinin olduğu gibi askerin, özellikle de denizcilerin büyük sevgisini kazanmıştır. Osmanlı donanmasının onu selamlamadan, duasını almadan sefere çıkmadığı rivayet edilir. Yine anlatılanlara göre denizciler sefere çıkmadan önce Ortaköy kıyısına yanaşır, tüm mürettebat güvertede Yahya Efendi Dergâhı’na bakar, şevk içinde “Ey ya molla” diye bağırır, Yahya Efendi de bu selama mukabelede bulunur, Osmanlı donanmasının zaferle dönmesi için dua edermiş. “Ey ya molla” sözünün zamanla değişerek günümüzde denizcilerin kullandığı “Heyamola” deyimine dönüştüğü rivayet edilir.
Bütün hükümdarlar
külliyesi ile ilgilenmiş
Yahya Efendi’nin pek çok kerameti hikâye edilmiştir. Hz. Yuşa’nın kabrinin keşfi, aslen bir Rum olan Derviş Ali’nin Müslüman oluşu ve Hızır ile görüşme gibi pek çok menkıbe de yine ona atfedilir. Harikulade sayılabilecek diyalogların yer aldığı bu anlatılanların ne kadarının doğru olup olmadığını bilemiyoruz. Ancak böyle hikâyeler, çok renkliliğimizin, gönül zenginliğimizin, farklı kültürlerden insanlarla birlikte yaşama tecrübemizin zarif yansımaları olarak değerlendirilebilir. 1571 senesi kurban bayramında vefat eden Yahya Efendi’nin cenazesi Süleymaniye’den kaldırılmış, namazı ise devrin namlı şeyhülislamı Ebussuud Efendi tarafından kıldırılmıştır.
Her ne kadar Kanuni ile bir dönem fikir ayrılığına düşmüşse de bu iki sütkardeşin irtibatları hiç kopmamıştır. Aralarındaki muhabbet, sevgi ve saygı vefat anına kadar sürmüştür. Kanuni’den sonra II. Selim başta olmak üzere bütün Osmanlı hükümdarları Yahya Efendi Külliyesi ile ilgilenmiş, imkânlarını bu güzide insanın hatırası için seferber etmişlerdir. Yahya Efendi’nin torunu Ayşe Hubbi Hatun, II. Selim ve III. Murad’ın nedimesi olmuş, bu iki padişah Hubbi Hatun’un sanatının icrası ve hayatını idamesi noktasında gerekli koşulları oluşturmuşlardır. Buna Hubbî Hatun’un Eyüp Sultan’da hâlâ ayakta duran ihtişamlı türbesi de şahitlik eder. Ahde vefanın, kadirşinaslığın naif bir yansıması… Yahya Efendi’nin Müderris mahlasıyla yazdığı tasavvufi şiirleri, menkıbelerinin derlemesinden oluşan “Menakıb-ı Beşiktaşi Müderris Yahya Efendi İbn Ömer el-Arabî” (1896) isimli eserle birlikte basılmıştır.
Kanuni ve Yahya Efendi arasında cereyan eden ve Yahya Efendi’nin Saray çevresinden uzaklaşmasına sebep olan meşhur hadise bize bazı ibretlik dersler de veriyor. Yeri geldiğinde makam ve mevkileri terk edebilmeli insan. Hayırlı, faydalı hizmet yapamayacağını anladığı an müsaade isteyip yoluna farklı mecralarda devam etmeli. İdare-i maslahat zırhına bürünüp vaziyeti kurtarmak devlet adamlarının takip ettiği yegâne siyaset olmamalı. Yahya Efendi, Kanuni’nin suyunda gidip yollarını saray çevresi ile ayırmasaydı belki orta halli bir müderris olabilirdi. Ancak hiçbir zaman Beşiktaşlı Yahya Efendi olamazdı. Belki de bugün bu yazı yazılmayacaktı. Tarihte yüzlerce müderris, kadı, şeyhülislam ismine rastlıyoruz. Ancak içlerinden kaç tanesi bir Yahya Efendi olabilir?
Yahyâ Efendi Tekkesi’nin
bugünkü şekli
Ağaçlıklar, bağlar ve rengârenk çiçek bahçeleri ortasında çok geniş bir arazi üzerine kurulduğu bilinen Yahya Efendi Külliyesi’nin sınırları ilerleyen yıllarda bugünkü halini almış. Tuba Ruhengiz Azaklı’nın bildirdiğine göre bütün bu arazinin bir kısmı Sultan Abdülmecid tarafından saltanatın sonlarında, bir kısmı da 1873’de halefi Sultan Abdülaziz tarafından Yıldız ve Çırağan saraylarının arazisine katılmıştır. Arazi sınırlarına son olarak geçtiğimiz yıllarda ünlü bir işadamı tarafından el atıldığı, bu işadamının mezar taşlarından arındırılan 130 metrekarelik bir bölümü istinat duvarı ile kendi arazisine kattığı basında geniş bir şekilde yer almıştı!..
Yahya Efendi Külliyesi’ne kuruluşundan günümüze kadar müteaddit zamanlarda müdahalelerde bulunulmuş ve yapı kompleksine pek çok ilaveler yapılmıştır. Bu aşamaların tamamını bu yazıya sığdırmak ihtimal dışıdır. Son dönemleri saymazsak bütün Osmanlı padişahları buraya özel ilgi göstermiştir. Yahyâ Efendi’nin büyük şöhreti vefatından sonra da devam etmiş, külliyenin çevresi ona yakın olmak isteyen insanların kabirleriyle dolmuştur. Buraya defnedilen pek çok tarikat ehli, devlet ricâli, ulemâ ve saray mensubuna ait mezar taşları başlı başına bir araştırmaya konu teşkil edecek çeşitlilik ve zenginliktedir. Bütün tarihi mezarlıklarımız öyle değil mi? Tuba Ruhengiz Azaklı, “Şeyh Yahya Efendi Dergâhı” başlıklı yazısında külliyenin haziresini de incelemiş ve bazı istatistikî bilgilere yer vermiş. Buna göre kabristanda numaralanmış olarak bulunan mezar taşı sayısı 2141’dir. Yahya Efendi Külliyesi haziresi, son yıllarda yapılan “sızmaları” saymazsak benzer tarihi mezarlıklara göre nispeten daha korunaklı görünüyor. Bununla birlikte XVI. –XVII. yüzyıllara ait mezar taşı örneklerine pek rastlanılmaması düşündürücü!..
Yahya Efendi Külliyesi’nde 13 Ocak 2014 tarihi itibarıyla İstanbul Vakıflar 1. Bölge Müdürlüğü tarafından başlatılan kapsamlı restorasyon süreci halen devam ediyor. Çevre düzenlemesi ile birlikte 2018 yılında tamamlanacağı planlanmış. Restorasyon sırasında yazımızın esas konusunu teşkil eden külliyenin haziresi de ele alınmış. Hakikaten buraya ciddi emek ve kaynak sağlanmış. Ancak bütün hazire restorasyonlarında karşılaştığımız mezar taşlarını ağartma-tarihten arındırma durumuyla burada da karşılaşıyoruz. Şaşırdık mı? Hayır. Peki, bu işlerle uğraşanların, takip ve kontrol edenlerin, vatandaşın konu hakkındaki tavsiyelerini ve taleplerini de dikkate almaları gerekmez mi?!
Diğer bir mesele de restorasyon esnasında mezar taşlarının devrildiği yerlerden toparlanıp yol güzergahları üzerine tek sıra halinde dizilmesi. Bir deyim vardır: “Taş yerinde ağırdır.” Mezarlıklar biraz da salaş olur. Hepsini bir araya getirip asker gibi yan yana dikmeye ne gerek var?!
Bu iki üzücü durumu, işgüzarlığı bir kenara bırakırsak yaklaşık iki bin küsur mezar taşının yer aldığı böylesine devasa mezarlığın tamamının elden geçirilmiş olması güzel bir gelişmedir. Diğer tarihi hazirelere de örnek teşkil edebilir. Zira bu haliyle bile burası adeta bir açık hava müzesi görünümündedir. Demek ki isteyince başarılamayacak iş yok. Tabi bunun için inanç ve azim lazım. Bütün tarihi mezarlıklarımızın hak ettiği ilgiyi bir an önce görmesini temenni ediyoruz.