Feraset Kuvvetli Bir Sevginin Tezahürüdür
Feraset nedir?
“Ey iman edenler! Allah’tan korkarak hareket eder de takva dairesinde bulunursanız, Allah size hakkı batıldan ve doğruyu eğriden ayıracak bir kabiliyet, bir nur verir.”(Enfal; 29)
Hakkı batıldan ve doğruyu eğriden ayırabilmeyi sağlayan bu nur ferasettir. Feraset Allahu Teâlâ’nın zekâya ihsan ettiği bir lütfudur. Varlıkları algılarken şaşmayan bir nazar ile bakabilme sanatıdır. Mevcudatın tamamına idrak ile bakabilme haleti ruhiyesidir. Kalp gözünün açık olması fehim ve basireti edinmiş bir ahlak ile dolabilme gayretidir. Bu gayret esnasında ise tertemiz olabilmek yani; özü ve alnı açık olanlardan olmak için bir ömrü adama halidir.
Allahu Teâlâ böyle haller içerisinde olanlar için şöyle buyurmaktadır; “Ben, farz ve nafile ibadetlerle bana yaklaşan kulumu sevdiğim zaman, onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. O benimle görür, benimle işitir, benimle tutar, benimle yürür. Bana sığınırsa onu himaye ederim. Benden bir şey isterse kendisine veririm.” (Buhari, İbnu Mace)
Yani; feraset, kendini Rabbinin rızasını kazanma yollarına adamış, içini ve dışını safi etmek çaba ve gayretiyle dolmuş, nefsi ile her dem de mücadele halinde olmuş ve Allah’ın özel ikramlarına mazhar olmuş insana ihsan edilen, ikramlardan biridir. Ve bu ikram neticesin kul ile Rabbin yakınlığı artmıştır.
Feraseti anlatan bir olay
Anlatılır… Bir gün Sultan 4. Murat’a gelip, Subaşılarından (polis) birinin halktan rüşvet aldığını ihbar ettiler. Padişah hemen bir müfettiş görevlendirdi ve şikâyeti araştırmasını emretti. Müfettiş, tam bir ay adamı takip ettiği halde suçüstü bir türlü yakalayamadı. Gelip durumu padişaha arz etti.
– Padişahım, zannedersem halk yanılıyor. Şikâyet edilen subaşının rüşvet aldığına dair bir işarete rastlamadım, dedi. Padişah kaşlarını çattı.
– Benim halkım yanılmaz, ama sende feraset yoktur herhalde, diye kızdı. Müfettiş:
– Feraset ne ola ki? Diye sorunca şöyle dedi:
– Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: “Müminin ferasetinden sakının. Çünkü o Allah’ın nuruyla bakar.” Feraset üstün zekâ, üstün kabiliyettir. Yani anlayıştır. Hadi şimdi git!
Müfettişi gönderdikten sonra da rüşvet aldığı iddia edilen subaşısını, huzuruna çağırttı.
– Bunu al, sabah namazında Ayasofya Camii’ne git; top kandilinin altında seni bekleyen fakire bunu ver, diyerek bir kese altın verdi. Adam keseyi aldı, kuşağının arasına koydu ve izin isteyip padişahın huzurundan ayrıldı. Sabah namazında da Ayasofya Camii’ne gitti. Padişahın söylediği yerde kendisini bekleyen dilenciye, kuşağındaki keseyi çıkarıp uzattı. Adam keseyi aldı:
– Allah, padişahımıza ve devletimize zeval vermesin, diyerek koynuna attı.
Ertesi gün ise öğle üzeri halk, rüşvetçi subaşının padişah tarafından yakalanıp cezalandırıldığı haberiyle bayram ediyordu. Müfettiş bu duruma çok şaşırdı. Kendisi bir ay peşinde dolaştığı halde yakalayamamıştı da padişah, nasıl bu adamı bir gece içinde yakalamayı başarmıştı? Hemen huzura varıp padişaha:
– Padişahım, çok merak ediyorum. Ben bir ay peşinde koştum da yakalayamadım. Siz ise bir günde tespit edip yakalamışsınız. Bunu nasıl başardınız, anlayamadım? Diye sordu. Padişah:
– Adama verdiğim kesede, tam 50 altın vardı. Ama camide bekleyen fakire sadece beşini verdi.
– Bunu nasıl anladınız ki?
– Camideki fakir bendim. 45 Altını hiç korkmadan kendi cebine koyan ve Allahtan korkmayan bu adamı yakalayacak fikriyat sana bahsettiğim ferasettir, dedi. Padişahın ellerini minnetle kucaklayan müfettiş:
– Ferasetin ne demek olduğunu şimdi anladım, dedi.
Bir küçük çobanın feraseti
Feraset, aynı zamanda algıda seçiciliktir. Feraset, tedbirdir. Feraset, kalpte Allah’tan gayrı ne var, İbrahim’i bir hal ile onları paramparça etmektir. Feraset, fikriyatında rıza-i ilahi olmayanı çürütmektir.
Şayet bir gönle feraset ikram edilirse artık o gönülde Allah’ın hükümleri hâkim olur. Nefis ile ilgili hiçbir ikmal kabul edilmez olur ve hakiki ilim o kalbin muhtevası olur. Şöyle ki:
Abdullah bin Mübarek radıyallahu anh, bir gün Medine dışında seyahat ediyordu. Yolda koyun otlatan genç bir çoban gördü. Gence acıdı. Bu zavallı genç, daha çocukluktan çobanlık yapmaya başlamış. Kim bilir büyüyünce nasıl bir hale gelecek. Belki de Allahu Teâlâ’nın ibadet ve marifetini öğrenemeden göçüp gidecek. Diyerek kendi kendine:
– Gideyim, ona Allahu Teâlâ’yı tanıması için bazı şeyler söyleyeyim, birkaç meseleden bahsedeyim, diyerek, genç çobanın yanına vardı. Ona selam verdi ve:
– Evladım, Allahu Teâlâ’yı bilir misin? Diye sordu. Çoban:
– Kul sahibini nasıl bilmez ki? Diye cevap verdi. Abdullah bin Mübarek radıyallahu anh:
– Allahu Teâlâ’yı ne ile ve nasıl tanıdın sana onu kim anlattı ve öğretti ki! Dedi. Çoban:
– Bu koyunlarla tanıdım, dedi. Abdullah bin Mübarek radıyallahu anh:
– Bu koyunlarla nasıl tanıdın? Diye sordu. Çoban:
– Düşünsene bu birkaç koyun çobansız olamaz. Olan ise bir işe yaramayacak hale gelir. Bunlara su ve ot verecek, kurttan ve tüm tehlikelerden koruyacak birisi lazımdır. Benim algılamam şu şekilde oldu ki, kâinat, insanlar, hayvanlar ve diğer tüm canlılar, hatta ki; şu üzerimde uçan kuşlar bir koruyucuya muhtaçtır. Hem bunların hiçbiri kendi kendine halk olup meydana gelmez. Şu âlemde ki binlerce çeşit varlıkları yaratan, koruyan, kollayan, hepsine gücü yeten biri vardır. Bu Allahu Teâlâ’dan başkası değildir. İşte bu koyunlarla Allahu Teâlâ’nın varlığını bildim, deyince Abdullah bin Mübarek radıyallahu anh gülümseyerek sordu:
– Peki, Allahu Teâlâ’yı nasıl bilirsin?
– Onu hiçbir şeye benzetmeden bilirim, dedi çoban.
– Onun hiçbir şeye benzemediğini nasıl bildin evladım? Diye sordu:
– Yine bu koyunları düşünerek böyle olduğunu bildim.
– Peki, bunu nasıl düşündün?
– Şöyle düşündüm. Ben bu koyunların çobanıyım. Onları sevk ve idare ediyorum. Bakıyorum onlar ne bana benziyor nede ben onlara benziyorum. Bundan anladım ki, bir çoban koyanlarını nasıl benzemezse, Allahu Teâlâ’da yarattıklarına benzemez.
– Güzel doğru söyledim evladım. Peki, ilimden bir şey öğrendin mi?
– Ben bu sahralarda, nasıl ilim tahsil edebilirim ki?
– Gereği yok ki tahsile, bu ferasetle başka neler öğretilmiş sana onu merak ediyorum. Bana kalbine ilhak edilenleri anlat.
– Yüce Allah’ın yardımı ile üç çeşit ilim öğrendim. Bunlar gönül ilmi, dil ilmi ve beden ilmidir.
– Bunlar nelerdir?
– Gönül ilmi şudur. Allah bana kalp verdi. Orayı kendisine muhabbet ve marifet yeri yaptı. İstedi ki bu kalp ile O’nu bileyim, tanıyayım ve seveyim. Ayrıca Onun sevdiklerini de seveyim, sevmediklerine kalbimde yer vermeyeyim, onlardan uzak kalayım.
Dil ilmi şudur; Allah bana dil verdi. Bu dilimle kendisini zikretmemi, adını anmamamı ve nimetlerini anlatmamamı istedi. Dilime kötü sözü yaklaştırmadı ve yakıştırmadı. Onsuz kelamları benden uzak kıldı.
Beden ilmi şudur; Yüce Allah bana beden verdi. Onunla kendisine ibadet yapmamı istedi. Hayırda koşmayı, kötü işlerden uzaklaşmayı emretti. Bunun karşılığında ikram olarak da himmet ihsan eyledi.
Genç çobandan bunları dinleyen Abdullah bin Mübarek radıyallahu anh, işittiklerine hayret etti. Duydukları karşısında çok memnun oldu. Çobanı tebrik etti ve ona:
– Ey genç! Senin bu söylediklerin öncekilerin ve sonrakilerin bilmesi gereken ilimdir. İlmin aslını ve herkese lazım olanı sen söyledin. Şimdi o temiz gönlünle bana bir nasihat et, dedi. Genç çoban gülümsedi ve şunları söyledi:
– Efendi yüzünüzden âlim bir zat olduğunuz belli oluyor. Eğer ilmi Allah rızası için öğrendi iseniz artık insanlardan bir şey istemeyin, onlardan bir menfaat beklemeyin. Eğer din ilmini dünya kazanmak için öğrendi iseniz boynunuzda kalır, dedi.
Kıssada geçtiği gibi, feraset öyle bir lütuftur ki aşina olana hassasiyet verir. Ve Feraset aslında kuvvetli bir sevginin tezahürüdür. Ve ki… Feraset; Hakkın kulunun dilinde cereyan eden hükmüdür.
Feraset kalplerde parlayan ilahi nurdur. Bu nur için denilir ki, bir kimseyi kapladığı zaman onu mücevher edene dek işlemeye ve onu güzideleştirmeye devam eder. Ta ki eşsiz bir mücevher halini alana kadar bu işleme hali devam eder. Ne zaman ki eşsiz bir mücevher olur o zaman, zifiri karanlıklar içinde kandil hükmünü alır.
Şayet bu nasıl olur diye sorarsanız? İslam’dan önceki Ömer’e ve İslam’dan sonraki Ömer radıyallahu anha bakınız! Ve… Feraset; bir Peygamberin duasına mazhar olma halidir…