NAKŞİBENDİLERİN ŞERİAT HASSASİYETLERİ

  • 06 Şubat 2016
  • 1.197 kez görüntülendi.
NAKŞİBENDİLERİN ŞERİAT HASSASİYETLERİ
REKLAM ALANI

Şeriatla tasavvufu ayırmaya kalkışanlar;
‘Bilin ki tasavvuf şeriattan ayrı değildir!’

Tasavvuf, Kur’an ve sünneti tüm incelikleriyle ve severek yaşamanın adıdır. Kur’an’da buna tezkiye; nefsi kötülüklerden arındırma, hadislerde ise ihsan; Rabbimizi görüyormuş gibi yaşama ismi verilmiştir. Bu manası ile tasavvuf Allah’ın emir ve yasaklarının toplamı olan şeriattan ayrı bir şey değildir. Ne var ki her dönemde dinlerini kendi heva ve heveslerine uydurmak isteyen insanlar ortaya çıkmıştır.

Meseleye tasavvuf açısından bakarsak, bazı kesimler bilerek veya bilmeyerek tasavvufu amacından saptırmışlar; ciddi bir nefis terbiyesi olan bu güzel yolu, hoş vakit geçirme, kendi kafalarına göre yeni bir hayat tarzı uydurma haline çevirmişlerdir. Ameli bırakıp işin felsefi boyutuna öncelik vermişler, şeriatı avam için faydalı, kendileri için ise gereksiz görmüşlerdir. Böylece nefsi terbiye etmek bir tarafa onu daha da şımartmışlar, maneviyat görüntüsü içinde onu daha da sapıttırmışlardır. Bunların dinlerini bozma hususunda yaptıklarını daha önce de başka dinlerin mistikleri yapmışlardır.

REKLAM ALANI

Şeriatin bir emri bin sene
riyazete bedeldir!

İmam Rabbani bu hakikati şöyle beyan eder: “Dinler (peygamberleri şeriatleri) ve dînî (şerî) kurallar nefsin arzularını ortadan kaldırmak için gelmiştir. Kişi dînî emirlere uygun olarak yaşadığı nisbette nefsin arzuları azalır. Bu sebeple nefsin arzularını yok etme konusunda tek bir dînî emri yerine getirmek, kişinin kendi tercihiyle bin sene riyazet ve mücâhede çekmesinden (az yemek, az uyumak gibi meşakkatlere katlanmasından) daha iyidir.

Hatta şeriatın gereği olarak yapılmayan bu riyazet ve mücâhedeler, nefsin arzularını daha da güçlendirir ve destekler. Brahmanlar ve yogiler riyazet ve mücâhedede kusur etmemişlerdir. Ama nefsi takviye etmekten başka bir fayda ellerine geçmemiş ve onu terbiye edememişlerdir.” (52. Mektup)

İmam Rabbani, şeriat, tarikat ve hakikatin aynı şey olduğunu ve hepsinin şeriatın içinde meknuz olduğunu ifade eder. Bazı sufilerin bu üçünü birbirinden ayırarak şeriatı dinin en alt basamağına, diğerlerini de üst basamaklara yerleştirmesi ona göre son derece hatalıdır. Zira böyle bir düşüncede şeriat, daha üst makamlara ulaşabilmek için kullanılan bir atlama taşı gibi görülmekte, hayal edilen makamlara ulaşılınca da otamatik olarak bir kenara itilmektedir. Bu ise itikadımız açısından son derece tehlikeli bir tutumdur. Tarikatın vazifesi şeriatta özet ve muhtasar olarak ifade edilen hakikatlerin daha detaylıca anlaşılması ve yaşanması demektir, yoksa şeriatın inkârı söz konusu değildir.

Hakka’l Yakîne
ermiş olmanın alâmeti

İmamı Rabbani hazretleri bu bağlamda şöyle buyurur; “Şeriat ve hakikat birbirinin aynısıdır ve gerçekte birbirinden ayrı değildirler. Aralarındaki fark, icmâl ve tafsîl (şeriat özet, hakikat detay), istidlâl ve keşf (delil ile bilmek ve kalp gözüyle görerek bilmek), gaybet ve şehâdet (görememek ve görmek), zorlanarak amel etmek ve zorlanmadan (zevkle) amel etmek farkıdır. Bu bilgiler (sufi için) gayb ve meçhul olmaktan çıkıp görülür hâle gelirler. Bilgiyi kazanma meşakkati ve o bilginin gereği ile amel etmenin sıkıntısı ortadan kalkar.”

İmam Rabbanî’ye göre Hakka’l Yakîn mertebesine ulaşmanın alameti, sufiye gelen ilham ve keşiflerin şeriat ile tam bir uyum içinde olmasıdır, manevi sarhoşluk gibi haller ise yolun sonuna ulaşamamış müptedilere arız olur:

“Hakka’l-yakîn makâmına ulaşmanın alâmeti, makâma âit ilimlerin şeriat ilimleriyle uyum içinde olmasıdır. Eğer (şeriatla hakikat arasında) kıl ucu kadar fark hissedilirse, bu durum hakikatlerin hakikatine ulaşamamaktan kaynaklanır. Tarikat şeyhlerinden ilim ve amelde şeriata aykırı olarak vukû bulan şeyler, onların sekr (mânevî sarhoşluk) hâlinde olmaları sebebiyledir. Sekr hâli de mânevî yolculuk devam ederken oluşur. Sonun sonuna ulaşanlar daima sahv (ayıklık) hâlinde olurlar.”

İmam Rabbani’nin bu sözleri maneviyat yolunda olup da yolu yanlış anlayanlar içindir. Bugün ise esas problem tasavvuf yoluna girmediği halde girmiş gibi yapan, bazı nafile ibadetleri yapınca kendisini şeriattan müstağni gören (şeri emirlerinin üzerinden düştüğü düşüncesiyle sapan) kimselerden kaynaklanmaktadır. İşin daha da kötüsü bu tür insanlar toplumun bir kısmı tarafından da kabul görmektedirler. Zira bu tür kötü niyetliler, insanların dine göre kendilerini değiştirmelerine değil de dini insanların keyfine göre çarpıtma hususunda çalışmaktadırlar.

Tasavvuftan değil,
şeriâttan sorulacak!

“Yarın Kıyamet gününde insana şeriattan sorulacaktır, tasavvuftan değil. Cennet’e girmek ve Cehennem’den korunmak şeriata uymaya bağlıdır. Kâinâtın en faziletlileri olan peygamberler insanları şeriatlarına davet etmişlerdir. Kurtuluş ona bağlıdır. Bu büyük zâtların gönderilmesinden maksat şeriatları tebliğ etmektir. O halde hayırların en üstünü, şeriatı yayma konusunda çalışmak ve onun hükümlerinden birini ihyâ etmektir. Özellikle de İslâm’ın şiarının yıkıldığı bir zamanda, Allah Teâlâ yolunda milyonlarca altın (para) harcamak, şer‘î meselelerden bir tanesini destekleyip yaymaya bile eşit olamaz.” (c. I 48. Mektup)

Şeriat, tarikat, hakikat,
hepsi birdir; ayrı değil!

İmamı Rabbani kaddesallahu sırrahu, dini kendi kafasına göre zahir, batın gibi farklı kısımlara bölerek bunların bir kısmını önemli bir kısmını da önemsiz görenlerin büyük bir sapkınlık içinde olduğunu şöyle ifade eder: “Zâhirinizi şeriatın zâhiri ile bâtınınızı (gönlünüzü) de şeriatın bâtını olan hakîkat ile süsleyiniz. Hakîkat ve tarîkat, şeriatın hakîkatından ibârettir. Tarîkat da hakîkatın kendisidir. Yoksa şeriat başka bir şey, tarîkat ve hakikat ise başka bir şey değildir. Böyle düşünmek mülhidlik ve zındıklıktır.” (54. Mektup)

Böyle yanlış işler içinde olduğu halde kendisinde bazı manevi hallerin görünmesi ise bir istidraçtır: “Kişi kendisini tümüyle din ahkâmında fani kılmadıkça ve emirlere sarılıp yasaklardan sakınmadıkça, onun can burnuna bu bahtiyarlıktan bir koku ulaşmaz. Kıl kadar küçük bile olsa, şeriata aykırı bir iş yapmaya devam ederken faraza mânevî hâller ve vecdler meydana gelse, bunlar istidrâc grubuna dâhildir. Sonunda o kişi ahirette rezil ve rüsvây olacaktır. Âlemlerin Rabbi’nin sevgilisine (aleyhissalatu vesselam) tâbi olmadan kurtuluşa ermek mümkün değildir.” (78. Mektup)

Bu durumda İmam’a göre yapılması gerekli olan şey salikin dinin zahir ve batınını beraberce götürmesi, aralarında ayırımcılık yapmamasıdır: “Zâhiri, şeriatın zâhiri ile süsleyip bâtını (kalbi) daima Hak Teâlâ ile beraber tutmak büyük bir iştir… Bugün bu iki hâli birleştirmek, hatta sâdece şeriat yolunda istikâmet üzere olmak çok nadirdir.” (83. mektup)

Vecd cevizine, hâl muzuna
değiştirilmez

İmam tarih boyunca Nakşilerin bu konuda çok hassas olduklarını, bu konuda insanları yanlış anlamalara itecek kimseler ne kadar meşhur kimseler olursa olsun onlara uyulmadığını açıklıkla ifade eder: “Bu yolun büyükleri, imkân olduğu sürece, zahirde, bâtın için faydalı olduğu görülse bile ruhsatla amele cevaz vermedikleri gibi, dışarıdan iç âleme zarar verdiği görülse bile azimetle ameli terk etmezler. Bu yolda hâller ve vecdler (irfanî hisler) şeriat ahkâmına tâbidir. Zevkler ve irfanî bilgiler şeriat ilimlerine hizmetkârdır. Şeriatın değerli cevherleri çocukça bir tavırla, vecd ceviziyle ve hâl muzuyla değiştirilmez. Sûfîlerin saçmalıklarına kanılmamalı ve aldanılmamalıdır. Nass varken Fass’a bakılmaz. Fütuhat-ı Medeniyye dururken Fütuhat-ı Mekkiyye’ye itibar edilmez.” (131. Mektup)

Yukarıdaki sözleri ile İmam Rabbani dini konularda asıl merciin Fütuhat-ı Medeniyye yani Allah Resulü’nün Medine’deki hadisleri olduğunu, meşhur sufi İbn Arabi’nin Fütuhat-ı Mekkiyye’sinin de ona tabi olduğunu veciz bir şekilde ifade etmektedir. Zira bugün tasavvuf adına yanlış fikirleri ileri sürenlerin çoğu İbn Arabi, Mevlana gibi büyük Allah dostlarının üst dereceden söylenmiş sözlerini çarpıtarak bu işe koyulmaktadırlar. Masumiyyet sadece Hazreti Peygamber sallallahu aleyhi veselleme ait olduğu için onun getirdiğine aykırı görünen hususlarda başkalarına tabi olmak doğru değildir. (Peygamber efendilerimizin tamamı masumdur, ismet sıfatına sahiptirler ve günahtan korunmuşlardır. Burada özel anlamda belirtilmiştir.)

Rabbimizden niyazımız şeriat ve tarikatı beraberce götürme hususunda bizlere muvaffakiyetler vermesidir. Amin.

 

REKLAM ALANI
ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

BİR YORUM YAZ