Ömer Çınar: “Ancak Peygamber -a.s.v.-’a İttiba Ederek ‘İstikamet Üzere’ olabiliriz”
Gülistan: Hocam, sizin Kur’an-ı Kerim’i daha iyi anlamak için ilmî çalışmalarınız var. Bu çalışmalarınızda indi kanaatlerle görüş ileri sürmekten kaçınıyor, daima kıymetli âlimlerimizin, Kur’an-ı Kerim’e hayatını adamış müfessirlerimizin çalışmalarını inceliyorsunuz. Allah razı olsun. Öncelikle bize Kur’an-ı Kerimi doğru anlamanın önemini ve dikkat edilmesi gerekenleri izah eder misiniz?
Ömer ÇINAR: Elhamdulillâhi Rabbi’l-Âlemîn ve’s-Salâtu ve’s-Selâmu alâ Seyyidi’l-Murselîn ve İmâmi’l-Muttekîn Seyyidinâ Muhammed. Ve alâ âlihî ve sahbihi ecmaîn ve men tebiahu bi ihsânin ilâ yevmi’d-dîn.
Kur’ân-ı Kerîm’in birçok âyetinde, Kur’ân’ı tefekkür ve tedebbür etmemiz istenmiştir. Tedebbür, “dubur” kelimesinden türeyen bir kavram olarak; “bir şeyin perde arkasını düşünmek” demektir. Kur’ân âyetlerine bakan bir mü’min, aklını, fikrini ve kalbini kullanarak, Kur’ân kelimelerinin hakikatini, inceliklerini ve nüktelerini idrâk etmeye çalışmalıdır.
Bu hakikat de öyle yücedir ki ancak hakikî mü’minler tarafından idrâk edilebilir. Kalplerine kilit vurulan kimseler, bu faziletten mahrum kalmıştır. Nitekim bu hususta Yüce Rabbimiz şöyle buyurur: “Onlar Kur’an’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerin üzerinde kilitleri mi var?” (Muhammed, 24)
Kalplere vurulan bu kilitler, elbette demirden kilitler değildir. Bilakis onlar mânevî kilitlerdir. Ve şüphesiz günahlara, hayâsızlığa ve arzulara tabi olan insanı, karanlıklara hapseder.
Kur’ân-ı Kerîm öyle bir kitaptır ki; lafızları şiddetlendiğinde yüksek dalgalar; yumuşadığında ise âhiret hayatının nefesi gibidir. Hakikate susamış gönüller, Kur’ân’ın beyân suyu ile hakikate kanar; daralmış yürekler, Kur’ân’ın Cennet esintisiyle ferahlar. Hayatını ilim tahsilinde geçirdikten sonra, Kur’ân’ın hakikatlerine vâkıf olamamış, kalbini Kur’ân’ın letâfetiyle buluşturamamış kimsenin zararı çok büyüktür! Kur’ân’ı okuyup mânâsını anlamayan ve kıraatinden nasıl lezzet alacağını bilemeyen kimsenin durumu çok gariptir!
Bu itibarla Kur’ân-ı Kerîm okuyan kimsenin, Allah-u Teâlâ’nın, yüce kelâmının mânâlarını kullarının zihinlerine nasıl yerleştirdiğini anlaması ve okuduğu bu kelâmın, bir beşer sözü olmadığını idrâk etmesi gerekir. Böylece Kur’ân’ın insanoğluna sunduğu hakikat bilgisine ulaşmak için aklını ve kalbini hazırlamış olacaktır.
İlim ehli der ki: “Biz, Kur’ân okumak ve mânâlarını tedebbür etmek kadar, şu kalbi yumuşatan başka bir şey bulamadık.” Allah’ın yüce kelâmına ve Rasûlü’nün -sallallâhu aleyhi ve sellem- hayat veren mesajlarına gönül kulağını veren bir kimse, onlarda kalplere hidâyet, şifa ve eşsiz lezzetler bulacaktır.
Kur’ân-ı Kerîm okuyan kimse, Kur’ân’ı Rabbinden dinliyormuş gibi okumalıdır ki, Kur’ân’ın o eşsiz letâfeti ve güzellikleri kalbine ilham edilsin. Zira denilir ki: “Kur’ân âyetleri hurma taneleri gibidir; onları çiğnedikçe (okudukça), tadı ortaya çıkar ve insanın ruhuna şifa veren bir gıda olur.” (Zerkeşî, el-Burhân Fî Ulûmi’l-Kur’ân)
Kur’ân-ı Kerîm’in kendisine indirildiği Sevgili Peygamberimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’in tek gayesi, Kur’ân-ı Kerîm’in âyetlerini Müslümanlara eksiksiz bir şekilde tebliğ, tebyin ve temsil etmek idi.
Nitekim tebyin ve temsilin mukârin olmadığı tebliğ, postacıların işidir. Bu itibarla Fahr-i Kâinat Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem, en yetkili merci olarak Kur’ân-ı Kerîm’i hem tebliğ hem de tebyin etmiştir. Bu tebliğ ve tebyinle birlikte Kur’ân’ı bizzat hayatına tatbik de etmiş yani temsil görevini hakkıyla yerine getirmiştir.
Peygamber Efendimiz sallallâhu aleyhi v sellem’in Kur’ân âyetlerini beyân etmeye yönelik yaptığı açıklamalar, Müslümanları bağlayıcı niteliktedir. Nitekim Allah Rasûlü hevasından değil ancak kendisine vahyolunanı dile getirmektedir. Bu hususta bizlere ışık tutan şu âyet-i kerimeyi zikretmek istiyorum: “O, nefis arzusu ile konuşmaz. (Size okuduğu) Kur’ân ancak kendisine bildirilen bir vahiydir.” (Necm, 3-4) Dolayısıyla Kur’ân’ı anlamak isteyen bir mü’min, Allah Rasûlü’nü devre dışı bırakamaz.
Kur’ân’ın kalbine indirilmiş olduğu Nebi, tabii olarak Kur’ân’ı en iyi bilen ve açıklayanıdır da. Allah Rasûlü’nün hayatta olduğu dönemlerde Sahabe-i Kirâm’dan bazılarının, bazı âyetleri yanlış anladığı ve bu yanlış anlaşılmaların Allah Rasûlü tarafından düzeltildiği kaynaklarımızda mevcuttur. (Bkzn: Buhârî, Savm, 16; Buhârî, 3429; Tirmîzî, 3038)
Kur’ân’ın nüzulüne şahit olmuş sahâbe dahi bazı âyetleri yanlış anlayabiliyorsa, onlardan sonra gelen biz Müslümanların, Kur’ân âyetleri hakkında konuşurken çok dikkatli olması hatta kendi kanaatlerini belirtmekten kaçınması gerekir.
Elimizde asırlar boyunca Kur’ân’a hizmet etmiş kıymetli âlimlerimizin telif etmiş olduğu sayısız eser mevcuttur. Bu eserlere müracaat etmek sûretiyle Kur’ân’ı anlama hususunda ilk doğru adımı atmış oluruz. Aksi takdirde şeytanın batılı süsleyip hoş gösterdiği kimseler gibi hidayet kaynağı olan Kur’ân’ı, -kendi yanlış fehmimizden ötürü- dalâlet kaynağı hâline dönüştürebiliriz. Nitekim Kur’ân, zâlimlerin ancak zararını artırır: “Biz Kur’an’dan, mü’minler için şifa ve rahmet olacak şeyler indiriyoruz. Zalimlerin ise Kur’an, ancak zararını artırır.” (İsrâ, 82)
Bu hususta tefsir ilminde hüccet olan İmâm İbn Kesîr’in, Kur’ân’ı anlamaya yönelik kendilerinin takip ettiği metodu da zikretmek faydalı olacaktır. Diyor ki İbn Kesîr: “Biz bir âyetin tefsirini Kur’ân’da bulamazsak, hadîse başvururuz. Hadîste de yoksa sahâbe kavline müracaat ederiz. Sahâbe kavlinde de bulamazsak, -birçok imâmın yaptığı gibi- tâbiin kavline bakarız. Örneğin tâbiin kuşağından Mücâhid bin Cebr, âdeta tefsîr ilminin bir âyeti gibiydi. O şöyle demiştir: ‘Üç defa Kur’ân-ı Kerîm’i başından sonuna kadar İbn Abbâs’a arz yoluyla okudum. Bunu yaparken, her âyette onu durdurup o âyet hakkında kendisine soru soruyordum.’ Bundan dolayı Süfyân es-Sevrî der ki: ‘Bir âyetin tefsiri Mücâhidden gelmişse, o sana yeter.’ ” (İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm)
Görüldüğü üzere İbn Kesîr ve Sufyân es-Sevrî gibi büyük âlimler, bir sahâbîye talebelik yapmış Mücâhid bin Cebr’in Kur’ân tefsirindeki yetkinliğini dile getirmiş ve onun gibi âlimlere tabii olmanın gerekliliğine vurgu yapmıştır. Bizler de bu hususta kıymetli âlimlerimizin yolunu takip ediyor ve haddimizi aşmaktan Yüce Yaradana sığınıyoruz.
Gülistan: Hocam malum, Kur’an-ı Kerim bazı mefhumlarla özlü manaları ifade ediyor. Bugün biz Kur’an-ı Kerim’den böyle bir mefhum, istikamet kelimesinin manasını sormak istiyoruz. Nedir istikamet? Âlimler nasıl açıklamışlar?
Ömer ÇINAR: Şimdi öyle bir kavramı sordunuz ki, bu kavramı hem anlamak hem de hayatımıza tatbik etmek oldukça çetin bir ameldir. Nitekim Hûd Sûresi’nde Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’e tevcih edilen فاستقم yani “istikâmet üzere ol” emri, Habîb-i Kibriyâ Efendimiz’i oldukça sarsmış ve kendisine “Hûd Sûresi beni ihtiyarlattı” (Tirmizî, 3297) sözlerini söyletmiştir.
İhtiyarlık kuvvetten düşme, zayıflama hâlidir. İnsanı zayıflatan ve kuvvetten düşüren şeyler ise ona ağır gelen yüklerdir. Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem de bir kulun, Rabbinin yardımı olmaksızın bu emri hakkıyla yerine getiremeyeceğini bildiğinden, Rabbinin azameti karşısında haşyete kapılmış ve adeta kendisine ihtiyarlık hâlinin ârız olduğu kimse gibi zayıflığını ikrar etmiştir.
Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem “istikamet” emrinden ne anladı da bu emir onu böylesine ihtiyarlattı? Bunun cevabını kıymetli âlimlerimizden almak bizler için en doğru yol olacaktır. Çünkü sizler de sorduğunuz soruda “Âlimlerimiz İstikâmet’i nasıl açıklamıştır” demiştiniz.
Rivâyet tefsirinin öncülerinden olan İmâm Taberî’nin aktardığına göre tebeu’t-tâbiîn neslinden hadîs âlimi ve hâfız Süfyân İbn Uyeyne rahmetullahi aleyh bu âyet hakkında: “Kur’ân(’ın emirleri) hakkında istikâmet üzere ol” yorumunu yapmıştır. Bu yoruma göre Rabbimiz, bir bütün olarak Kur’ân’a uyulmasını ve Kur’ân’ın çizdiği istikâmette kalınmasını istemiştir.
“İlimde derya” olarak nitelenen İmâm Kurtubî ise فاستقم emrinin özelde Hz. Peygambere, genelde ise ümmete yönelik olduğunu söylemiş ve bu emri: “Allah’tan, sana dinin emirlerine uymayı nasip etmesini iste” şeklinde yorumlamıştır. Bu yorum da Süfyân bin Uyeyne’nin yorumunu desteklemektedir.
Öte yandan İmâm Kurtubî, “İstikâmet” kavramını “sağa sola meyletmeksizin tek yönde seyretmektir” şeklinde tarif ettikten sonra bu tarife göre âyetin: “Allah’ın emirleri hususunda sağa sola meyletme/istikâmette kal” şeklinde olduğunu belirtmektedir.
Dirâyet tefsirinde imam olan Fahreddîn er-Râzî, istikamet emrini: “İster kendisiyle alakalı olsun, isterse vahyin tebliğ edilip, hükümlerin beyân edilmesiyle alakalı olsun, bütün akâid ve amel meselelerini içine alan, umûmî (genel) bir emirdir” şeklinde yorumlar. Yine Râzî, istikamet üzere kalmanın gerçekten zor bir amel olduğunu ve bu zorluğun ancak bir misalle anlaşılabileceğini söyleyerek şu misali verir:
“Gölge ile aydınlığın arasını birbirinden ayıran düz çizgi, enine bölünemez bir bütündür. Fakat bu çizginin, iki tarafını hissedip (gözle) iyice birbirinden ayırt edemezsin. Çünkü gölge tarafı, aydınlık tarafına yakın olduğu için, görülme bakımından birbirine karışır. Bundan dolayı insanın bakışı, her biri diğerinden iyice ayırt edilecek şekilde, bu çizgiyi tam olarak göremez. Bunu, verdiğimiz misalde anladığın zaman, ubûdiyyetin bütün kısımlarındaki misallerini de buna göre anla. Mesela insanda bulunan gazab ve şehvet kuvvetinin her birinin ifrat ve tefrit olmak üzere iki aşırı ucu bulunup, ikisi de kınanmıştır. Bu ikisini (ifrat ve tefrit) birbirinden ayıran, iki taraftan hiçbirisine meyletmeyecek biçimde ortada duran çizgidir. İşte bu çizgi üzerinde durabilmek zordur. Sonra bununla amel etmek daha da zordur. Binâenaleyh, böylece sabit olur ki, “sırat-ı müstakim”i bilmek, son derece zordur. İyice bilinse bile, onun üzerinde kalabilmek ve ona göre amel etmek daha zordur. Bu makam son derece zor olduğu için İbn Abbâs radıyallâhu anh şöyle demiştir: ‘Kur’ân’ın tamamında, Hz. Peygamber’e bundan daha zor ve daha meşakkatli gelen, başka bir âyet nazil olmamıştır.’ Bundan dolayı da Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem: “Hûd Sûresi ve benzerleri beni ihtiyarlattı” buyurmuştur.”
Gülistan: Hocam, Kur’an-ı Kerim’deki “Emr olunduğun gibi dosdoğru ol, istikamet üzere ol,” emrini nasıl anlamalıyız? Müslümanlar nasıl olurlarsa bu ayete ittiba etmiş olurlar?
Ömer ÇINAR: “Emr olunduğun gibi dosdoğru ol” emrini Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem gibi anlamalıyız. Müslümanlar Hz. Peygamber aleyhisselatu vesselam gibi olmaya çalışır ve O’nun sünnetine ittiba ederlerse, bu âyete ittiba etmiş olurlar. Nitekim Rabbimiz: “Kim Peygambere itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur” (Nisâ, 80) buyurmaktadır.
Şüphesiz ki insanlar içerisinden istikameti en mükemmel olanı Allah’ın Rasûlü’dür. Bu bağlamda ancak O’na ittiba ederek “emr olunduğumuz gibi dosdoğru” olmayı başarabiliriz.
Bizler günde beş vakit kıldığımız namazlarımızda okuduğumuz Fâtiha Sûresi’nde Allah’tan hep istikâmet istiyoruz. Aslında insan, kendisinde olmayanı ister. Ancak bu, namaz kılanların istikamette olmadığı anlamına gelmez. Yani onlar, istikâmette olmadıkları için değil, istikâmette sebat etmek için Rablerinden istikâmet istiyorlar.
Atâullâh İskenderî de: “Kulun Allah’tan isteyebileceği en hayırlı şey, Allah’ın ondan istediği şey (yani istikâmet)dir” diyerek bu hususu çok güzel özetlemiştir. Bundan dolayı Rabbimiz, bizleri huzuruna kabul ederek, bizden talep ettiği istikâmeti Yüce zâtından istememize izin vermiştir. O’nun şanı ne yücedir!
Yüce Rabbimiz bizlere, Kutlu Nebi’nin nurlu yolundan zerre kadar ayrılmadan istikâmet üzere bir hayat sürmeyi nasip eylesin.
Röportajı Yapan: Mehmet Ergin