İSLAM COĞRAFYALARI ZULÜM ALTINDA
En kuvvetli bağ mümin
kardeşliği bağ
Abdullah İbnu Ömer radiyallahu anhuma anlatıyor: “Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdular ki: “Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu tehlikede yalnız bırakmaz. Kim, kardeşinin bir ihtiyacını giderirse Allah da onun ihtiyacını giderir. Kim bir Müslümanı bir sıkıntıdan kurtarırsa, Allah da o sebeple onu Kıyamet gününün sıkıntısından kurtarır. Kim bir Müslümanın (kusurunu) örterse, Allah da kıyamet günü onun (kusurunu) örter.” (Ebu Davud, Edeb 46; Tirmizi, Hudud 3; Buhari, Mezalim 3, Ikrah 7; Müslim, Birr 58)
Kardeş; aynı anne ve/veya babadan dünyaya gelmiş, aynı evde yetişmiş; iyi günde kötü günde birbirinin yanında olması beklenen en yakın akrabalar demektir. Efendimiz aleyhisselatu vesselamın, “Müminler ancak kardeştir,” (Hucurat; 10) ayetine atıf yaparak söze başlaması; aynı dine mensup olmanın da kan bağı gibi kuvvetli bir bağ meydana getirdiğine dikkat çekmektedir.
Gerçekten de insanlar arasındaki en kuvvetli bağ, din bağıdır. Bir adamın gözünü bağlayıp, nereye götürdüğünüzü söylemeden bir İslam beldesine, mesela Merakeş’e, Kahire’ye, Mekke’ye, Şam’a, Kabil’e, Lahor’a, Kalküta’ya, götürüp gözünün bağını çözseniz, burasının Müslümanların yaşadığı bir şehir olduğunu anlar. Çünkü şehirlerden yükselen minareler, kadın ve erkeklerin giyim kuşamı, hal ve hareketlerde, hatta simalarda görülen mümince tavır, bir İslam memleketinde olduğunu hissettirir. Bundan da anlaşılmaktadır ki ırkı, dili, tarihi, yemekleri, örf adetleri birbirinden farklı olan insanlar, aynı dine mensup olmakla aynı medeniyetin insanları haline gelmektedir.
Zaten Müslümanlar kendi aralarındaki birliğin farkında olmasa bile düşmanları onları bir ve aynı görür. Bu sebeple de Müslümanların başına gelen felaketlere aldırış etmezler ve hatta yangına körükle giderler. Bu sebeple Müslümanın Müslüman’dan başka dostu yoktur. Müslümanlar artık bunu görmeli; küfrün tek millet, Müslümanların da tek bir ümmet olduğunu anlamalıdırlar.
Esasen aynı ırktan olan veya aynı dili konuşan insanlar da eğer kendi aralarında kardeşlik, birlik beraberlik tesis etmezlerse, sırf aynı soydan olmaları onları kardeş yapmaz. Nitekim İslam gelmeden önce Arap kabileleri kendi aralarında kanlı savaşlar yapmışlardı. Hatta haram aylarda dahi ara vermedikleri bu savaşlara, apaçık bir günah ve kötülük olması bakımından Ficar savaşı demişlerdi. Medineli Evs ve Hazrec kabileleri de İslam kardeşliği ile birleşmeden önce birbirleriyle yıllarca savaşmışlardı.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, Medine’ye hicret ettiği zaman, her bir Muhaciri, Ensardan bir kişiyle kardeş yaptığını okuyoruz. Ayrıca efendimiz aleyhisselatu vesselam, Medine vesikasında bütün müminlerin tek el, yani savaşta düşmana karşı tek yumruk, barışta da birlik içinde tek bir toplum olduğunu bildiriyordu.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin sekiz yıl gibi kısa bir zamanda Arap yarımadasının her yerine İslam’ı hakim kılmasında, Ashab-ı Kiram arasındaki bu birlik ruhunun büyük önemi vardır. Ne zaman münafıklar ve Yahudilerden bir kısım fitneciler bu birliği bozmak istese Allah-u Zülcelal ayetler indirerek kardeşlik nimetini hatırlatır, ona sahip çıkmaya davet ederdi: “Hep birlikte Allah’ın ipine (kitabına, dinine) sımsıkı sarılın. Parçalanıp ayrılmayın. Allah’ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Hani siz birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte, O’nun (bu) nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte, Allah size, ayetlerini böyle apaçık bildiriyor ki, doğru yola eresiniz.” (Âl-i İmrân; 103)
Bu ayette, sadece Asr-ı Saadetteki Müslümanlara hitap etmiyor; bugün de Müslümanların kurtuluşu aynı birlik ve kardeşlik ruhunun ihyasından geçmektedir.
Bize füze satın da size karşı
kendimizi savunalım(!)
Kesin olarak inanmalıyız ki, bütün dünya Müslümanları, din kardeşimizdir. Onların acısı bizim acımızdır. Onların ülkesi işgal edildiğinde, başlarındaki bir zalim onlara zulmettiğinde, kaynakları sömürülüp halkları yokluğa mahkum edildiğinde, bu hepimizin ortak derdidir. Fransa’nın Cezayir’de katlettiği yüz binler, bizim din kardeşimizdir. Sırpların, dünyanın gözü önünde Bosna’da katlettiği Müslümanlar bize emanettir. Çin’in Doğu Türkistan’da asimile edip dininden uzaklaştırdığı, çocuk sayısına bile kısıtlama getirdiği Uygurların acısı bizim acımızdır. İsrail’in kanlı çizmeleriyle kirlettiği Mescid-i Aksa bizim ilk kıblemizdir.
Müslümanlar düştükleri yerden ancak birlik ruhuyla kalkacaklardır. Ancak birlik beraberlik sadece kuru kuruya slogandan veya kalpteki aciz bir duygudan ibaret olursa fazla tesiri olmamaktadır. Bugün dünyada altmışa yakın, halkı Müslüman olan tam bağımsız devlet bulunuyor. Ancak bunların hiçbirinin bağımsızlığı hakiki bir bağımsızlık sayılmaz. Çünkü hiçbirinin kendilerine ait tam bağımsız silah sanayileri yok. Hâlbuki Rabbimiz bize cihadın en güzelinin evvela caydırıcı kuvvet hazırlamakla yapılacağını bildiriyor: “Allah düşmanlarıyla size düşman olanları ve bunlardan başka sizin bilmediğiniz, fakat Allah’ın bildiği düşmanları korkutmak için onlara karşı kullanmak üzere gücünüz yettiği kadar kuvvet ve besili at hazırlayın, Allah yolunda ne harcarsanız size karşılığı tamamıyla ödenecektir ve asla zulme uğramayacaksınız.” (Enfal; 60)
Ne yazık ki bugün hiçbir İslam devletinin gayri Müslimlere diz çöktürecek ve Müslümanların haklarını teslim etmeye zorlayacak bir gücü yok. Bu çağda deve sırtında kılıç sallayarak cihad yapmak, cihad vazifesini yerine getirmek açısından önemli olmakla birlikte düşman açısından caydırıcı olmadığına göre, düşman ülkelere “Bize füze satın da sizin üzerinize atalım!” diyerek mi meydan okuyacağız?
Ne acı ki bu durumda sadece ezilen kardeşlerimizin haline acizce gözyaşı dökmekten başka bir şey yapamıyoruz!
Büyük İsrail devleti kurulabilir!
Bugün İslam ülkeleri silahlanmak için en büyük harcamayı yapan ülkeler. Dünyada silah için harcanan paranın dörtte biri, Ortadoğu ülkeleri tarafından sarfediliyor. Ancak Müslümanlar bu silahlarla zalimlere karşı değil birbirleriyle savaşıyor. Çünkü silah ve savaş teknolojisi bakımından dışa bağımlı olan bir ülkenin, siyasi ve askeri paktlardan biriyle anlaşma yaparak, gayr-i müslümlerin himayesine girmekten başka çaresi kalmıyor. Bunun sonucunu da hepimiz biliyoruz.
Bugün şeriatla yönetilen Körfez Ülkeleri, Batı ile İslam devleti olduğunu iddia eden İran ise Doğu Bloku ile ittifak halinde… Bu iki blok, petrol ve silah tüccarlarının kızıştırdığı çatışmaların peşinden sürüklenerek İslam Coğrafyasının göbeğinde Şii- Sünnî savaşı çıkarmanın eşiğine geldiler. Bu manzara, yüzyıllar önce İslam coğrafyasının birliğini kaybetmesi üzerine haçlıların Kudüs’ü işgal edip büyük katliam yaptığı zamana benziyor. Allah korusun belki de bir Sünni-Şii savaşı çıksa, Müslümanlar birbirinin boğazına çökmüşken fırsattan istifade ile hedeflenen büyük İsrail devleti kurulabilir.
Zaten Afganistan, Doğu Türkistan, Irak ve Suriye can çekişir hale getirildi. Kuzey Afrika, Mısır, Yemen ve Körfez ülkeleri içten içe kaynıyor. Türkiye’nin de özüne dönmesinin engellenmesi için üzerinde çeşitli entrikalar oynanıyor.
İslam dünyasının birlikten mahrum olması bize Endülüs’te, Buhara ve Semerkand’da çok acı katliamlara mal oldu. Bu diyarlarda binlerce Müslüman katledildi, tahrip edilen kütüphanelerde yüzyıllık birikim yok edildi veya düşman eline geçti. Eğer o birikim Müslümanların elinde kalsaydı belki de bilim ve teknolojinin öncüleri, Batılılar değil bizler olacaktık…
İslam dini ilme çok değer verdiği halde bizler duygusal kamplaşmaların tesiriyle boş cidal ve münakaşalara daldık gittik. İlim ve teknik yarışında öncülüğü düşman milletlere kaptırdığımız gibi, siyasi birliğimizi de bozduk. Hâlbuki din bir iman ve salih amel meselesidir. Allah’ın katında makbul bir kulluk için ise samimi niyet şarttır. Bunun için de belli bir fikir ve vicdan özgürlüğüne ihtiyaç vardır. Herkes kendi mezhebinde meşrebinde özgür olarak inancını yaşayabilir; yeter ki din kardeşini tekfir etmesin, düşman görmesin, hakaret nazarıyla bakmasın, yahut düşmanın ekmeğine yağ sürecek siyaset gütmesin.
Bugün İslam coğrafyasının yaralarının sarılması için bu ruhu ihya etmemiz gerek. Allah-u Zülcelal, Ashab-ı Kiram’ın mümtaz vasıflarını sayarken “Muhammed, Allah’ın Rasûlü’dür. O’nun beraberindekiler kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında ise merhametlidirler.”(Fetih; 29) buyuruyor.
Düşman bizi bir görürken,
biz parça parça olursak…
Eğer bizler birbirimize acımazsak hiç kimse bize acımaz. Çünkü bizler bir ve kardeş olduğumuzun farkında olmasak bile düşmanlarımızın gözünde biriz. Bu sebeple içimizden birinin başına gelen felakete acıyıp el uzatmalarını bekleyemeyiz.
Bunun en güzel örneği bir Afrika ülkesi olan Raunda’da yaşanmıştır. Fransızlar bu ülkeyi sömürürken ülkedeki insanları aralarındaki ufak tefek farkları bahane ederek Hutular ve Tutsiler diye iki kesime ayırır. Genellikle ülkeyi sömürürken, Tutsilerle işbirliği yapar ve onları devlette etkin noktalara getirir. Bu durum zaman içinde Hutularda nefrete yol açar ve Hutu ırkçılığı temelinde siyasi bir isyan hareketi meydana gelir. Fransa ülkeyi terk edip giderken sömürü için kullandığı Tutsilere yapılan katliama aldırış etmez. Dışarıdan bakanların birbirinden ayırt edemediği iki kabileden biri diğerini demir sopalarla parçalayarak katlederken bütün dünya seyirci kalmıştır. İslam âleminde bugün yaşanan durum da aynen buna benzemektedir.
Bugün batılılar bize, “Siz ne güzel demokratik, laik, modern, cici Müslümanlarsınız. Onlar ise geri kalmış yobaz, peçeli, kara sakallı, çağdışı Müslümanlar. Bırak biz onları yok edelim,” diyerek kardeşlerimizi hor gösterebilir. Oysa onlardan sonra sıra bize de gelecektir. Nitekim Bosna’da Sırplardan hiçbir farkı olmayan, sarışın, modern giyimli Müslümanları da katletmediler mi?
Çare nedir? Ne yapmalıyız?
Bu sebeple unutmayalım ki İslâm âleminin maruz kaldığı zulümlerden kurtulmanın, acizliği, miskinliği üzerimizden silkeleyip atmanın yegâne çaresi İslami uyanıştır.
Müşriklerin ve münafıkların lideri, Ebu Lehep, İbn-i Selul gibi adamlar, “Sen Rumları ne zannediyorsun? Bizim dünyaya meydan okumaya gücümüz yeter mi?” diyorlar, Müslümanların moralini bozuyorlardı. Sahabeler ise Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin etrafında kenetlenerek dünyaya yeni bir nizam verdiler.
Bugünkü Müslümanlar olarak biz de yeniden Sahabelerin Müslümanlığı gibi kalbi, samimî ve fedakârca bir Müslümanlık anlayışıyla dirilip ayağa kalkmalıyız. Öncelikle Müslüman kardeşlerimizin elinden tutup, omuz vermeli, sonra birlik beraberlik içinde İslam medeniyetini yeniden yükseltmeliyiz. Üzerimizdeki siyasî, iktisadî, ilmî, fennî geri kalmışlığı silkeleyip atmalı, Allah’ın dinini aziz kılmak niyetiyle dünyaya nizam vermeye talip olmalıyız.