Allah’ın Hidayet Verdiği Kimseler
Allahu Zülcelâl, kullarına çok şefkatli ve merhametlidir. Bizlere selametli, güzel ve dosdoğru yolu gösterir. Peki, kim selametli yolu istemez? Kim kendini, tehlikeli yollardan korumak istemez? Kim cennete değil de cehenneme gitmek ister?
Allahu Zülcelal bizleri kul olmamız için yaratmış. Biz bu dünyada bunun için varız. Rabbimizin rızasını kazanmak için…
Şimdi, “Ankara yolu üzerinde silahlı yol kesiciler var, tehlike vardır” yahut “Falan belde de insanı ölüme götüren salgın bir hastalık var, karantina altındadır” denilse kimse gitmez. İnsanlar böyle dese inanıyor ve gitmiyoruz. Hâlbuki, Allah bizi ikaz ediyor, uyarıyor! Allahu Zülcelal’in buyruğu, emri fermanı insanların söylemesi gibi değildir; Allah’ın vaadi haktır, buyruğu şüphesiz yüzde yüz doğrudur.
Allahu Zülcelâl, bizlere cennete götüren yolların kesin olarak selametli, cehenneme götüren yolların da tehlikeli ve sıkıntılı olduğunu bildirir. Allah Azze ve Celle bir ayet-i kerimede iyi yolu seçenleri şöyle metheder: “Onlar ki, sözü dinlerler de onun en güzeline uyarlar. İşte onlar, Allah’ın kendilerine hidâyet verdiği kimselerdir ve işte onlar, (gerçek) akıl sâhiblerinin ta kendileridir.” (Zümer; 18)
Söz Kur’an’dır. Ahsenü’l kelâm, ahsenü’l-hadîs Kur’an’dır. Hadislerde geçen “ahsenü’l-kelâm” ve “hayrü’l-hadîs” ifadeleriyle yine Kur’ân-ı Kerîm kastedilmektedir.
Bazı sahâbîler, bir gün Hazreti Peygamber aleyhissalatu vesselamdan kendilerine güzel sözler söylemesini ve geçmiş milletlerden bahsetmesini istemişlerdi. Bunun üzerine, “Allah Teâlâ sözün en güzelini (ahsenü’l-hadîs) vahyetti”(Zümer; 23) ayeti nazil oldu. Buna göre, sözlerin en güzeli Kur’an-ı Kerîm’dir. Ondan daha güzel ve daha doğru hiçbir söz ve haber yoktur. O yüzden müminlerin Kur’an-ı dinledikleri zaman, tüyleri ürperir ve kalpleri titrer. Allah’ı zikriyle kalpleri ferahlanır.
Allah’ın ayetlerine en güzel şekilde uyan kimseler, onlara müjdeler olsun…
Allah’ın en güzel sözlerini işitip, onlara uyan; en güzel yola tabi olanlara müjdeler olsun…
Allah’ın hidayet verdiği kimseler, kimlermiş?
Kendilerine ulaştırılan Allah’ın ayetlerini duyup, iman eden ve o ayetlere uyan kimseler, Allah’ın ayetlerine karşı kulaklarını tıkayıp sağır kesilmeyenler, gözlerini kapayıp kör kesilmeyenler…
Allah’ın ayetlerine kulak vererek, ayetleri bize beyan eden/açıklayan Hazreti Peygamber sallallahu aleyhi veselleme müracaat ederek ve mutabaat yaparak, Allah’tan hidayet isteyen kimselere elbette Allah hidayetini nasip edecektir. Allahu Zülcelal, kendisinin rızasının nerede olduğunu, razı olacağı bir hayatı nasıl yaşamamız gerektiğini ve cennet yollarını; nelerden de kaçınmamız gerektiğini ve insanı cehenneme götüren yolları bize bildirmiştir.
Allah-u Zülcelâl’in emrine uyanlar, emirlerine ve Peygamberine tabii olanlar, Allah’ın hidayetine mazhar olmuş olan kimselerdir. Hakikatte akıllı olanlarda bu kimselerdir. İnsanın aklı, daima iyiliği seçiyor. Bazen insan kötülüğe gidiyor ya, esasında akıl istemiyor onu, insanın nefsi istiyor oraya gitmeyi… Hatta içki içen, kumar oynayan, günah işleyen insanlara da sorsanız, “Bu yaptığım iyi bir şey değildir, akıllı işi değildir” diye, onlar da itiraf ederler. Allah aklı böyle makbul kılmış, bize akıl gibi hidayeti anlayıp uyan bir cevher nasip etmiştir; onunla doğru yolu anlayabiliyoruz. Akıl, iyiyi kötüden ayırt edebiliyor…
Ama nefs öyle midir? O çok yaramazdır. Emmare olan, terbiye olmamış olan nefsin sahibini şeytan kolayca aldatıyor, şeytanın söyledikleri o insana tatlı geliyor. İnsan da nefsine uyduğunda yoldan çıkıyor. Zaten insana şeytan nefsinin gölgesinde geliyor. O yüzden uyanık olalım. Şeytanın söylediklerine kulak asmayalım. O bizi selametli olan cennet yolundan uzaklaştırıp, kendisiyle birlikte cehenneme götürmek istiyor. Allah bize akıl vermiş, onu kullanalım.
Kibir insanı alçaltır
Şeytan neyle şeytan oldu? Nefisle, kibirle, kendini beğenmekle… Allah “Âdem’e secde edin.” diye emretti; o karşı geldi.
“İblis, “Ben ondan daha hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın” dedi.”(Sad; 76)
Nefsine uydu, mahvoldu gitti.
Allah, hepimizi nefsin belasından, hatasından, kibrinden muhafaza etsin. Ben kendime ve size tavsiyede bulunuyorum; Hiç kimse nefsine uymasın. Onu İslam ahlaki ile terbiye etmek, kötülüklerden arındırmak için gayret gösterelim. Nefsin oyununa gelmeyelim. Yoksa o bizi ateşe götürür!
İnsanlara bakıyorum, nefsine uyan şahıs, önce iyiyken sonra kötü oluyor. İnsan, biraz ibadet ve hizmet yaptığı zaman nefis, başka arkadaşlarına karşı üstünlük iddiasıyla gelebilir ona! Nefsi beğenmemek lazım. Oysa nefsi beğenmek bütün günahların başıdır. Nefsten razı olmamak ve onunla mücadele etmekte bütün hayırların başıdır, bunu da böyle bilelim. Onunla mücadele etmekten geri durmayalım.
Hem insanın kibirlenmeye de hakkı yoktur ki; neyi ile kibirlenecek insan?
Neye sahiptir, insanın nesi vardır?
Senin ilmin varsa, senin güzelliğin varsa, sahip olduğun neyin varsa, hiç birisi senin değil Allah’ındır! Onların hepsini sana Allah vermiştir. Allah istese bir saniye içinde aklını alır, deli olursun! Sağlığını alır, hasta olursun! Malını alır, fakir olursun. Hiç birisi senin değildir, Allahu Zülcelal vermiştir hepsini de sana. Hal böyleyken insan nasıl sahip oldukları ile kendisini başkalarından üstün görerek kibirlenir, nasıl kendini beğenebilir?
Bir gün nebi İsa aleyhisselam ve havarileri beraber bir yolda gidiyorlar. Onları gören fasık, zahiri günahlar işlemiş bir kişi: “Bunlar mübarek kişilerdir. Biri Allah’ın nebisi diğerleri de onun ashabı… Ben onların yanına yaklaşayım, gölgeleri üzerime gelsin, belki Allah bana bu sebepten ötürü merhamet eder, beni affeder” diye, alçak gönüllülükle, kendini Allah’a karşı mahkum görerek gitmiş, onların arkasında yürümeye başlamış. Onu gören, İsa aleyhisselamın maiyetinden bir kişi: “Biz nerede bu fasık kişi nerede?” diye kalbinden geçirip, kibirlenmiş. Allah-u Zülcelâl o sırada İsa aleyhisselama vahyetti: “O, alçak gönüllü fasık (kişi), o kibirli abidin (sürekli ibadet eden kimsenin) yerine geçti, o da öbürünün yerine geçti. Yani o kibirlenmekle fasık oldu, o da Hz. İsa aleyhisselama ashab oldu.”
Nefsi tanımanın önemi
O yüzden dikkat edelim hiçbir zaman kendimizi kimseden üstün görmeyelim. Sadatlardan bir zat kendi mürşidine bir mektup gönderiyor, diyor ki: “Efendim, ben şöyle bir rüya gördüm.” Mürşidi onun rüyasını tabir ediyor ve ona şöyle nasihatte bulunuyor: “Senin rüyanda bir alamet vardır, Allahu alem sen insanlara çok menfaatli olacaksın, insanlar senden çok istifade edecek, yalnız kendini (nefsini) Moskof kâfirinden de iyi görme!”
Niçin? Çünkü moskof kafiri belki ileri de Müslüman olabilir! Sen ise kendi akıbetini bilmediğin için, son nefeste halin nice olacak haberin olmadığı için kendini onlardan da üstün görme. Hep acziyet içerisinde Allah’a yalvar…
Nefis acaibtir, insanı hayra götürürken bile kendine bir pay çıkarmak ister…
Zamanında bir zat, nafile hacca gitmek için yol masrafını hazırlamıştı. Nefsine sordu; “Hacca mı gideyim yoksa bu parayı gizlice fakirlere mi dağıtayım?” Nefsi dedi ki ona; “Hacca git! Orada seni herkes görür, seni hacı olduğun için de överler.” O zat hemen o parayı fakirlere dağıttı. Çünkü gördü ki nefsi riya yapmak, insanlar tarafından beğenilmek istiyordu. Yapacağı amelleri zayi etmek, kendisini Allah’ın rızasından uzaklaştırmak istiyordu.
İşte nefis böyle hain bir ortaktır. Onu tanımamız; hile ve desiselerini bilmemiz ne kadar elzemdir görüyor musunuz?
Ebû’l-Hasan Harakanî Hazretleri: “Tandırdan elbisene bir kıvılcım sıçrasa hemen onu söndürmeye koşuyorsun! Peki dinini yakacak olan bir ateşin; meselâ kibir, haset ve riyâ gibi kötü sıfatların kalbinde durmasına nasıl müsâade edebiliyorsun?!”diye soruyor. Ne kadar da haklıdır. Bunlar insanı helake götüren, amellerini yok eden sıfatlardır. Nefsimizi bu çirkin sıfatlardan arındırmanın çarelerini aramalıyız.
Nefis, insanı hep aldatmak, Allah yolundan alıkoymak ister. Onun hilelerinden birisi de şudur; kendi hatalarını görmemesi için insanı hep başkalarının hata ve kusurlarıyla meşgul eder. Oysa insanın, mümin kardeşlerinin hatalarıyla meşgul olup kendi hatalarının görmemesi, Allah’ın razı olmayacağı bir haldir. Sen kendinle meşgul olmuyorsun ki hata ve yanlışlarını düzeltesin, hep başkalarıyla meşgul oluyorsun ve ömür sermayeni tüketip, kaybediyorsun. Farkında değilsin; ömrün geçip gidiyor, yazık ediyorsun sen kendine…
Günahsız geçirdiğin
her gün, bayramındır!
Bir bayram günü Müslümanlardan biri, İmam Ali radıyallahu anhı ziyarete gittiğinde onun, kurumuş ekmek kırıntılarıyla karnını doyurmaya çalıştığını görür ve hayret ederek; “Ey İmam! Bugün bayram günüdür. Fakat görüyorum siz kuru katıksız ekmekle karnınızı doyuruyorsunuz” dedi. Hz. Ali radıyallahu anh ona şöyle cevap verdi: “Bugün orucu makbul, hizmeti şükre lâyık, günahı bağışlanmış kişiler için cidden bayramdır. Bugün de yarın da bizim için yine bayramdır. Allah’a isyan etmediğimiz, günah işlemediğimiz her gün bizim için bayramdır…”
Niçin? Çünkü insanlar nasıl ki bayramda ferahlanıyorsa günah işlemediği her gün için de mümin olan kimse ahiret gününde öyle ferahlanacaktır inşaallah.
Bir insan yolunu şaşırmış, gideceği yerin hangi tarafta olduğunu bilmiyor. Ona, “Yanlış yolda gidiyor, yolunu kaybetmiş” diyorlar. Bu bir şey değildir, o haldeki bir insan nasıl olsa sora sora elbet yolunu bulur, gideceği yere gider, ama asıl yolunu kaybetmişlik, Allah’ın yolundan sapmaktır. O insanın ebed-ül ebed olan, baki olan ahiret hayatını mahvediyor.
Peki insan, böyle bir hale düşmekten nasıl korunacak, nasıl doğru yol üzere gidecektir? Bilelim ki dünya ehli, dünyasını kazanmak için sebeplere nasıl başvuruyor yahut ticaretini nasıl yapması gerektiğini nasıl bilenlerle istişare ediyor, bilgi alıyorsa biz de öyle yapalım; Allah’ın rızasını ve baki hayatımızı kazanmak için, Hazreti Peygamberi kendisine rehber edinmiş Rabbani alimlerden, ahiret amellerine meraklı salihlerden, ibadet ve taatine hassasiyet gösteren faziletli kimselerden sorup öğrenelim. Onların takipçisi olalım. Hep iyi kimselerle dostluk arkadaşlık kurmaya çalışalım. İyi kimselerle beraber olursak biz de iyi kimselerden oluruz.
Hep bir merak
olsun içimizde
Bir kişi bir evliyaya giderek, “Bana bir nasihatte bulunun! Acaba ben ne yaparsam, nasıl yaparsam, nasıl olursam Allah’ın rızasını kazanırım?” diye sormuş. O evliya onu bu sorusundan dolayı tebrik ederek; “Sana müjdeler olsun, senin böyle sorman, bunu araştırman gösteriyor ki senin kalbinde Allah’ın rızasını kazanma arzusu zaten vardır.”
Eğer bir insanın kalbinde Allah’ın rızasını kazanma arzusu olursa o insan hep bunun için gayret edecek, hep bunu kazanmak için uğraşacaktır. İşte insana faydalı olan bir hal. Bizler de bu hali kazanmak için gayret edelim. “Allah’ın rızasını nasıl kazanabilirim? Ne yaparsam, Allah benden razı olur?” diye, bir merakın araştırmanın içinde olalım. İşte böyle bir merak insanı hep hayırlı şeylere götürür. Ama bunun aksine hep nefsini rahat ettirmeye çalışır, hep dünya lezzetleri için gayret ederse o insanda da hayır yoktur. O insanda kendisine yazık ediyor demektir. Allah hepimizi böyle bir hale düşmekten muhafaza eylesin.
Dilimizde, kalbimizde hep Allah’ın zikri olsun ve niyetimizle de daima Allah’ın rızasını kazanmayı isteyelim. Eğer bir insan, Allah’ın rızasını talep ediyor, bunun için gayret gösteriyorsa bil ki, ona Allah verecektir. Çünkü Allah, insana hayırlı amelleri nasip etmeyi dilerse o talebi de o niyeti de verir.
Eğer bir kişinin dili, daima Allah’tan bahsediyor, Allah’ın rızasından bahsediyorsa o kişinin de kalbinde aşk vardır, muhabbet vardır, niyeti daima Allah’ın rızasıdır. Onu böyle gördüğün zaman da bil ki Allah ona hidayetini vermiş, Allah ona rızasını nasip edecek… Ümid ederiz ki bu hal, bu amel, bu kişinin Allah-u Zülcelâl’in ona hayır irade ettiğinin bir alametidir.
Son olarak; kabirde, ahirette senin yanında olmasını istediğin şey neyse, neyin seninle beraber olmasını seversen, bu dünyada onu yap! Neyin de senin yanında olmasını, seninle beraber gelmesini çirkin görüyorsan, onu da terk et!
İnsan, kabirde yanında ne olmasını ister?
Allah-u Zülcelal bizi nefsimizin eline bırakmasın, ona galip gelmeyi nasip etsin inşaallah.