61 Yıl Sonra Gelen Mektup!..
Ağustos veya Eylül ayı idi. Her sene olduğu gibi memleketteyim. Erzincan iline bağlı, Kemah kazasının Bozoğlak köyü. “Şu fani hayatta en büyük lüksüm, sıla-i rahim kabilinde yaptığım bu seyahatlerdir” desem herhalde abartılı olmaz.
Köyde tarihi olarak en eski yapı camimizdir. 1894 tarihlidir. Restorasyon sırasında tesadüf eseri rastladığım bir kitabeye göre ilk yapıldığı tarih 1800’lerin ilk yılları olarak verilmiş. Ancak köyün bilinen tarihi 16. Yüzyıla kadar gider. Zira tahrir defterlerinde bu döneme ait bazı bilgiler vardır.
Cami önündeki kapalı bölüm yeniden elden geçiriliyordu. Vaktim müsait olduğu zamanlar gidip inşaatın aşamalarını seyrediyordum. Yine mekâna uğradım. Etrafta kimseler görünmüyordu.
Caminin yakınındaki bir ahırın önünde ağızları açık 5-6 adet çuval dikkatimi çekti. Bazı çuvalların içerisindeki kâğıtlar dışarıdan da görülebiliyordu. Yakından incelediğimde, tamamının içerisinde eski dönemlerden kalma, kitap ve benzeri şeylerin olduğunu fark ettim. Ne olup bittiğini, bunların buraya nereden geldiğini ve ne yapılacağını kimseye sormadan çuvalın birini boşalttım. Evet, caminin ön tarafındaki bölüm sökülürken çatıdan çıkmış evraklardı bunlar.
İmam efendiyi buldum. Çuvalların içerisinde tarihi hüviyeti olan kıymetli evrakların olabileceğini, bu sebeple diğer çuvalları da incelemem gerektiğini söyledim. Sağ olsun teklifimi kabul etti. Günlük işlerimi yaptıktan sonra çuvalların yanına gelip içerisindekileri tek tek tasnif ettim. Bu tasnif süreci üç gün sürdü.
İçlerinden Osmanlı döneminden kalma, tezhipli bir yazma Kuran-ı kerim, birkaç tapu belgesi, Kızılay bağış makbuzu ve yine efemera tarzı bazı evrakı ayırdım. Kendimce 10-15 civarı kıymetli evrakı köy imamını da bilgilendirerek muhtara teslim ettim. Zira bunlar köy tarihi ile ilgili paha biçilmez belgelerdi. Özenle konservasyonları yapılıp, köyde veya şehirdeki dernek merkezimizde sergilenmesi gerekiyordu. Daha sonra öğrendim, ilçedeki ilgililer bu evrakları incelemiş, yakılması veya imha edilmesi yönünde muhtara olur vermiş! Geç Osmanlı dönemi taş baskı Kuran-Kerimler, mızraklı ilmihaller, elifba’lar çeşit çeşit fıkıh kitapları, mektuplar, muhtelif belgeler ve daha neler neler.
Çuvalların içerisinde, Cumhuriyetin ilk yıllarına ait belgeler de vardı. Varlık vergisi için oluşturulmuş hane gelir beyan çizelgesi dikkatimi çeken belgelerden biriydi. Üzerinde, hanede kaç kişinin yaşadığı, ne kadar sığır, koyun, keçi bulunduğu, ekili tarlaların miktarı gibi istatistikî bilgiler yer alıyordu.
Tarihimiz Yok Edildi!
Cumhuriyetin ilk yıllarında, özellikle harf inkılâbından sonra, Arap alfabesiyle, Osmanlı Türkçesiyle hazırlanmış yayınlar yasaklanmış. Biraz da kraldan çok kralcı kesilenler, din iman tanımayanlar bu süreci Müslüman halka adeta zulüm gerekçesi yapmış. Uygulama harf inkılâbı değil de top yekûn bir medeniyetin imhasına dönüşmüş. Bu döneme ait hikâyeler anlatmakla bitirilemez.
Savaşlardan, yokluk ve sefaletten bitap düşen halk ne olup bittiğini anlamlandıramadığı için ne yapacağını şaşırmış. Kimi mezarlığa, kimi ahıra-mereğe, kimisi de bağına, bostanına gömmüş, geçmişe dair ne varsa. Cami imamı da kendi uhdesinde bulunan tarihi kitapları ve belgeleri, en emniyetli yer olarak gördüğü, cami çatısı altına saklamış.
Geçtiğimiz yıllarda Erzurum Atatürk Üniversitesi tarafından yapılan, Kemah Kalesi kazı çalışmaları esnasında da yine tarihi bir hamam kalıntıları arasından onlarca tarihi kitap ve belge çıkmıştı. Aradan yıllar geçmiş, tek parti dönemi tarihin çöp tenekesindeki yerini almıştı. Lakin bu arada olan olmuştu. Kendi milletine kast edenler, kısmen de olsa emeline ulaşmıştı. Daha sonraları, istisnalar hariç hiç kimse dönüp de geride neyimiz var neyimiz yok diye bir daha bakmadı.
Köy mezarlığında bulunan birkaç mezar taşı da bu dönem kıyımlarından nasibini almış. Ne olur ne olmaz diyerek, korkudan balyozlarla kırıp, mezarlığın istinat duvarlarına örmüşler güzelim ecdat hatırası mezar taşlarını.
Bu mezar taşları tahrip edilirken belki 5-6 kuşak önceki dedemiz Molla Halil Efendi’nin başlıklı mezar taşı hala ayakta imiş. Babamın anlattığına göre, köylüler onu da kırıp, köy mezarlığının duvarına örmek istemiş. Ancak dedemin babası, Şaban Efendi buna razı olmamış. Mezar taşının üzerine yatmış, “beni öldürebilirsiniz ama dedemin mezar taşına dokundurtmam” demiş. Kısa bir arbededen, itişip kakışmadan sonra bakmışlar olmuyor, Molla Halil Efendi’nin mezar taşına dokunmamışlar. Tarihi mezar taşlarının hazin durumu, bunlara karşı ilgisiz ve duyarsız kalmamızın arka planında işte bu baskı döneminin büyük payı vardır. Şükür artık milletimiz yavaş yavaş uyanmaya başladı ve tarihine kimliğine sahip çıkıyor.
Bu tahribattan nasibini alan sadece mezar taşları mı? Elbette ki mezar taşları ile sınırlı değil. Büyük şehirlerde bu minvalde pek çok örnek vardır. Sirkeci Büyük Postanesinin ön cephesinde bulunan Osmanlı armalarının sökülmesi, günümüzde Türk Edebiyatı Vakfı olarak faaliyet gösteren yapının kitabelerinin kazınması bunlara misal olarak gösterilebilir. İstanbul Üniversitesi ana giriş kapısı üzerinde bulunan Sultan Abdülaziz’e ait tuğranın bile daha düne kadar önü mermer ile kapatılmıştı. Şükür ki bu işgüzarlıktan vazgeçildi.
Babam büyük dedemiz Molla Halil Efendi’nin mezar taşının kurtarılma hikâyesini anlatırken o günkü halet-i ruhiyemize ışık tutacak başka bir anısını daha anlattı. Günlerden bir gün, Cuma namazını eda etmek için kazaya, yani Kemah’a gitmiş.
Hoca efendi, hutbede konuyu tarihi mezarlıklara getirmiş ve demiş ki: “Aziz cemaat ben bunca yer gezdim dolaştım, ancak ecdadına bu kadar lakayt bir millet daha görmedim. Sığırlarınızı, eşeklerinizı, katırlarınızı mezarlıklarda otlatıyorsunuz. Eyvallah, onların bir suçu günahı yok. Otları yemelerinde belki dinen bir sakınca da bulunmuyor. Peki, bu hayvanlar tezeklerini, gübrelerini nereye bırakıyor? Dedelerinize bunların dışkısını mı reva görüyorsunuz? Ayıp değil mi? El insaf!..”
Babam diyor ki: “Hoca efendinin bu çıkışını hayatım boyunca unutmam. Rezil kepaze olduk, adeta yerin dibine battık.”
Babam özeleştiri yapıp böyle diyor, lakin kanaatimce daha evvel de zikrettiğimiz gibi utanması gereken, milletimizi bu duruma düşürenlerdir. Geçmişi bütünüyle yok sayıp tarihi ile bağlarını koparanlardır! Bahse konu mezarlık, Sultan Alparslan’ın komutanlarından Melik Mengücek Gazinin (Sultan Melik) türbesi civarında yer alan, tarihi Beyler Mezarlığıdır.
Nenemden Mektup Var!
Köy camimiz inşaatı sırasında ortaya çıkan binlerce tarihi evrak arasında Cumhuriyet dönemine ait bazı evraklarında bulunduğunu zikretmiştik. İşte bu evraklar arasında bir de sahibine ulaşamadan köye geri gelmiş bir asker mektubu vardı. Rahmetli anneannem, oğluna yani Mehmet dayıma göndermiş. Büyük ihtimal nüfus kayıtlarında dayımın adı Muharrem olarak geçtiği için askeriyeden geriye iade edilmişti. Belki de bu detay yüzünden daha küçük yaşlarında iken babasını yani dedemi kaybeden dayım, anacığından mektup gelmiyor diye ne üzüntülere gark oluyordu. Mektupların nizamiyeye kadar gelip tekrar tekrar geri döndüğünü nereden bilecekti ki?!
Annemler, beş erkek, üç kız toplam sekiz kardeşti. Dedemi ben göremedim. Erken yaşlarda vefat etmiş. Anneannem, çocuklarına bakabilmek için hem kendi köy işlerini yapıyor hem de Nahiye Müdürlüğünde çalışıyordu. Buradan emeklidir. Evlatlarına hem annelik hem de babalık yapıyordu. Peki, onca yokluk ve çile arasında ana yüreği evladından ayrı durur muydu? Onsuz yediği ekmeğin, içtiği suyun lezzeti mi olurdu?! O yaşlarda bunun muhasebesini kim yapabilirdi ki?!
Mektup zarfının üzerinde adres olarak, “243 mekanize topçu Taburu 1. Batarya B. Çekmece – İstanbul” yazıyordu. Zarfın içerisindeki mektubu bulamadım. Olsun, mektup yoktu ama bana göre önemli sayılabilecek bir ayrıntı açıklığa kavuşmuştu. Ortada 61 senelik bir belge vardı.
Zarfı kaptığım gibi soluğu dayımın yanında aldım. Selam, hoş-beş faslından sonra dayıma:”Dayı, Server nenemin sana mektubu var,” dedim. Dayım, önce ne dediğimi anlayamadı, anlamlandıramadı. Daha sonra zarfın hikâyesini anlatınca gözlerinden birer inci tanesi gibi damlalar süzülmeye başladı. Nice sonra kendini toparlayarak “İşe bak yahu, ben de diyorum, imkânı yok, anam beni mektupsuz bırakmazdı. Var bu işin içinde bir iş. Acaba farkında olmadan gücendirdik mi?! Allah gani gani rahmet eylesin benim anam.. ” dedi.
O an düşündüm “bu sürprizi keşke yapmasaydım mı acaba” diye. Yıllar sonra yüreği iyice hassaslaşmış bu insanın anılarını depreştirmenin ne gereği vardı?!.. Dile kolay tamı tamına 61 yıl sonra gelen bir mektup! Dayım bilgileri teyit etti. Hatta ben bataryayı bölük olarak okumuştum o düzeltti. 243 Taburu zaten hemen hatırlamıştı.
Allah, hayırlı, huzurlu, bereketli ömürler versin, dayım 80’in üzerinde. Anneannem vefat edeli 25 seneden fazla oldu. Bir kaç günlük yorucu çalışmanın ardından bu tarihi zarfın karşıma çıkmasını Rabbimin bir mükâfatı olarak görüyorum.
“Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer” dedikleri sanırım böyle bir şey. Cümle geçmişlerimize rahmet olsun…