Nefsimize Hiçbir Zaman Güvenmeyelim
Seyda Muhammed Konyevî (k.s)
Allah-u Zülcelâl bu dünyayı fani olarak yaratmıştır. Ahiret hayatı ise hiç bitmeyecek ebed-ul ebed bir hayattır. Bu konuda Allah-u Zülcelâl bir ayet-i kerimede şöyle buyuruyor:
“Onları diriltip hepsini bir araya toplayacağı gün, sanki gündüzün bir saatinden başka kalmamışlar (yeni ayrılmışlar) gibi, aralarında tanışırlar. Allah’a kavuşmayı yalan sayanlar, ziyana uğramış ve doğru yolu bulamamışlardır.” (Yunus, 45)
İşte dünya hayatı Allah’ın yanında böyle geçici ve kısa bir hayat olduğu için ebed-ul ebed ahiret hayatı için çok çalışmamız lazımdır. Halbuki biz bu geçici hayat için ne kadar çabalıyoruz. Allah-u Zülcelâl de diyor ki, ahiret hayatı ebed-ul ebedir, hiç bitmeyecektir. Öyleyse amel yaparken hangisini tercih etmemiz lazım diye iyi düşünmemiz lazımdır. Eğer aklımızı kullanırsak mutlaka ahireti tercih ederiz.
Denilmiştir ki, her sabah vakti, başlayan o yeni gün, Allah’ın izniyle insana şöyle seslenir:
“Ya Ademoğlu ben yeni bir günüm, Allah’ın yeni bir mahlukuyum. Bugün akşama kadar yaptıklarının üzerinde şahidim.”
Yani her gün sabah vakti bize hal diliyle böyle sesleniyor o yeni gün, diyor ki bugün ne yaparsan ben Allah’ın huzurunda senin hakkında şahitlik yapacağım.
Biz etrafımıza bakıyoruz Allah’ın mahlukatı sessizdir, sakindir ama onların hepsi kıyamet gününde dile gelecek, bizim hakkımızda şahitlik yapacak. İşte bu yüzden her yeni gün bize seslenir ve der ki:
“Ey Ademoğlu, bugün yaptığın ameller üzerinde ben şahidim. Onun için bu günün içinde salih ameller yapın. Bu gün bittiği vakit ben kıyamet günü şahitlik için geleceğim o ana kadar bir daha dönmeyeceğim, bitti gitti.” Yani günler geçip gidince bir daha elimize geçmeyecek, geri gelsin diye ne kadar istesek de gelmeyecek.
Bizim her günümüz bu şekilde bize sesleniyor. Ve o gün geçip gittiği zaman ancak ahiret günü, bizim hakkımızda şahitlik yapmak için gelecek. Ama o gün, amellerimiz ortaya çıktığı ve yerimiz cennet mi, cehennem mi, belli olduğu zaman, öyle bir pişmanlık ve hasret çekecek ki o kişi. Çünkü anlayacak ki, o ebedi olan hayatı o fani dünya için kaybetmiş, büyük bir ah u figan çekecek.
Allah’tan Hayâ Edelim
Bize hadis-i kudsi olarak ulaşan bir rivayette Allah-u Zülcelâl yaşı ilerlemiş kullarına şöyle nida ediyor:
“Ya kulum senin senelerin geçti, yaşın ilerledi, saçın sakalın beyazlaştı. Ya kulum senin belin kambur oldu, gözlerin görmez oldu. Ben’den hala hayâ etmez misin ya kulum? Ben sana azab etmekten hayâ ediyorum, sen de Ben’den haya et!”
İşte manevi olarak her gün bize böyle nida ediliyor ama anlamıyoruz. İnsan kırk yaşına geldiği zaman ahiretin çarşısına girmiştir. Kırk yaşına girdiğimiz zaman vücudumuz zayıflamaya başlıyor, artık dünyadan çıkıyoruz ahiret çarşısına girmiş oluyoruz. Yani bundan sonra elimizde ömür sermayesinden ne kaldıysa artık hepsini ahiret hazırlığına harcamak lazımdır. İşte bunu böyle bilelim.
Ne kadar insan dünyada keyfü sefa sürse faydası yoktur, geçip gidecek. Nasıl bugün sabahtan bu saate kadar geçen zaman geçip gittiyse ömür de böyle geçecektir.
Kıyamet günü için namaz kıldığın zaman, oruç tuttuğun zaman, nefsine biraz zor gelen şeyler yaptığın zaman o da geçip gidiyor. Ama onun sevabı kaybolup gitmiyor, faydası ahiret gününde karşına çıkacaktır.
İbadetle, zikirle, sadaka ile, İslam hizmetiyle nefsine Allah rızasını kazanmak için zahmet vermişsen Allah’ın rızası o gün karşına çıkacak ve seni kurtaracaktır. Ama hiç Allah’ın rızasını düşünmeden hep nefsinin zevk u sefası için zaman geçirdiysen senin önüne ne gelmişse o da senin önüne Allah’ın gazabı olarak çıkacaktır.
O zaman ne dememiz lazımdır?
“Ya Rabbi, sen Bakisin ben faniyim. Ya Rabbi senin dediğin olur benim dediğim olmaz. Hep Sen’in isteğin ve iraden geçerlidir. Ben bundan sonra Sen’in istediklerini yaparım, tek çarem budur!” dememiz lazımdır.
Nefis İnsanı İnsanlıktan Çıkarır
Bir kişi bir evliyaya sormuş:
“İnsan insanlıktan çıkar mı?”
Evliya şöyle cevap vermiş:
“İnsan nefsine esir olduğu zaman insanlıktan çıkar.”
İnsan nefsine uyduğu zaman vahşi hayvanlardan bile daha kötü oluyor. Ne merhamet biliyor, ne şefkat biliyor, vuruyor, kırıyor, öldürüyor… Nefsine uyuyor çünkü…
İnsan bütün kötülükleri nefsine uyduğu zaman yapıyor. Halbuki insanda Allah korkusu olsa bir karıncayı bile ezmeye cüret edemez. “Acaba Allah-u Zülcelâl gazaba gelir mi?” diye endişe ederek karıncanın üzerine bile basamaz.
Her zaman ölebiliriz. Biliyorsunuz, trafik kazası olur, kalp krizi olur, görüyorsunuz, insanlar aniden ölüyorlar. Öyleyse sen bak, ölüme hazır mısın? İnsanın düşünmesi lazımdır.
Ebedi bir yolculuğa hazır mısın? İnsan yola çıkarken yolculuğun uzunluğu kadar azık alır yanına. Öyleyse ebedi bir yolculuğa hazırlanmak için de ona göre azık hazırlamak lazımdır. Ahiretin azığı da Allah’ın rızasıdır.
Sekerat esnasında, kabirde, haşir meydanında, mizanda, sırat köprüsünde, nerede olursa olsun, hep senin yanında Allah-u Zülcelâl olacak. Senin ihtiyacını Allah-u Zülcelâl temin edecek. Ne mutlu o kişiye, Allah’ın rızasıyla meşgul olur ve Allah’ın rızasını kazanır. Allah’ın rızasını kazandıysan o uzun yolculuk sana kolaydır.
Bir kişi de dese ki, “Ben Allah’ın rızasını kazanmak istiyorum ama yapamıyorum. Nefsime zamanında boyun eğdirememişim, alıştırmamışım, iradem zayıflamış, şöyledir, böyledir…”
Allah o kuluna da çare yaratmıştır. Bak tevbe Allah’ın yanında ne kadar makbuldür, kurtuluştur. Ama bazılarına nasip oluyor, bazılarına olmuyor, yapmıyorlar.
Tevbe herkes için tek kurtuluştur. Çünkü Allah-u Zülcelâl’i razı edecek şekilde, O’nun layık olduğu kulluğu tam yapabilmek bu nefsimizle mümkün değildir. Ama tevbe ettiğimiz zaman, Allah’a yalvararak özür dilediğimiz zaman, “Ya Rabbi bana rahmetinle muamele et, benim amelime bakma, ya Rabbi, günahımı afvu mağfiret et,” diyerek kulluğumuzu bildiğimiz zaman, Allah-u Zülcelâl o günahları da sevab olarak bize yazacaktır.
Bir insan ahiret gününde neyin kendisiyle beraber olmasını istiyorsa bu dünyada onu yapsın. Eğer Allah’ın rızasının seninle beraber olmasını istiyorsan bu dünyada da Allah’ın razı olacağı şeyi yap. Eğer Allah’ın razı olacağı namazın, ibadetin seninle beraber olmasını istersen onunla meşgul ol. Yok eğer Allah’ın gazab edeceği, senin de mahcup olacağın, utanacağın günahların seninle beraber olmasını istemiyorsan o zaman bu dünyada onlardan uzaklaş, tevbe et ve bir daha işleme onları.
Son Fırsatı Kaçırmayalım
İnsanın başına gelen en büyük musibet ölüm değildir, en büyük musibet, tevbe etmek için son fırsatın elden kaçmasıdır. Çünkü ölmekle sadece insanlardan ayrılıyorsun ama tevbe fırsatı elden kaçtığı zaman Allah’ın rızasını kaybediyorsun. Bu yüzden elimizden geldiği kadar, son fırsat kaçmadan tevbe etmeye çalışalım, hala elimizdeyken salih amel yapalım.
Allah-u Zülcelâl’in kullarına karşı rahmeti, affı, mağfireti o kadar büyüktür ki, insanlar gece gündüz devamlı anlatmaya çalışsalar kimse onu tam olarak anlatamaz. O kadar merhamet sahibidir.
Nuh aleyhisselam kendi kavmini tam dokuz yüz elli sene Allah’a kulluk etmeye davet etti. O zaman insanların ömrü uzundu. O insanların çoğu iman etmediler. O zamanda bir kişi, dokuz yüz elli sene Hz. Nuh’u inkar etmişti ama tufanın olmasına bir saat kala tevbe etti, imana geldi. Allah-u Zülcelâl onu affetti. Bak, bir saat önce iman edince bin seneye yakın küfrünü Allah-u Zülcelâl affediyor. Öyleyse ümidimizi kesmeyelim, insanlara Allah’ın rahmetini anlatalım.
Elimizden geldiği kadar da bu İslam hizmetini yaparak yumuşak davranalım. Bakın Tirmizi adlı hadis-i şerif kitabında rivayet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyuruyor:
“Ateşe kimin haram kılındığını haber vereyim mi? Cana yakın, ağır başlı, yumuşak huylu, kolayca iş gören kimselere haram kılınmıştır.” (Tirmizi)
Hizmetlerde çalışanlar, her kim olursa olsun, cana yakın olursa, yumuşak huylu olursa hizmetlerde bereket olacaktır o zaman. Sehl, kolaylık gösteren demektir. Yani insanlara yumuşak davranacak, kızmayacak. Her zaman böyle davrandığınız zaman ben inanıyorum ki dergahlara gelen herkes mutlaka tevbe alacaktır.
Öyleyse kendi nefsimizin istediği şeyleri terk edelim Allah’ın istediği gibi yapalım. Allah-u Zülcelâl yumuşak olmamızı istiyor diye düşünelim, öyle davranalım. O zaman hem yaptığımız şeyden menfaat görmüş olacağız. Hem de böyle davrandığımız zaman kendimizi Allah’a karşı kul olarak görüyoruz demektir. Bunu istiyor Allah bizden. Allah-u Zülcelâl insanları bunun için yaratmıştır.
Rabia tu-l Adeviye bir kadındı, ama Allah’a aşık bir kadındı. Diyor ki,
“Kişi Allah-u Zülcelâl’in muhabbetinden zevk aldığı zaman tadını hissettiği zaman Allah-u Zülcelâl ona daima kendi kusurlarıyla meşgul olmayı nasip eder.”
Çünkü o kişi Allah’ı sevdiği için, Allah’ın kulluğunun zevkini aldığı için Allah-u Zülcelâl de ona dost oluyor ve ona kendi kusurlarıyla meşgul olmayı nasip ediyor. Herkes böyle olsa dünya cennet olurdu. Böyle olmadığı için dünya bu hale geliyor.
Başka insanlar ise kendi kusurlarını arkaya atıyor, insanların kusurlarını önüne koyuyor hep onlarla meşgul oluyor. Ondan sonra münakaşa oluyor, kavga oluyor, şu oluyor, bu oluyor.
Eğer kendimizle meşgul olsak kendimizi düzeltiriz, cennete girmiş oluyoruz, Allah’ın gazabından kurtulmuş oluyoruz. Başkalarıyla meşgul olunca kendimizi düzeltmiş olmuyoruz.
Kendimizi bırakıp da arkadaşımızın kusuruyla uğraşmayalım, “Sen niye böyle yapıyorsun!” demeyelim. Evet nasihat edeceğiz ama böyle kavga yapmayalım. Çünkü Allah-u Zülcelâl kıyamet gününde diyecek ki “Sen niye böyle yaptın?” Demeyecek ki “O kulum niye böyle yaptı?”
Doğru Sözlü İsek…
Allah-u Zülcelâl’in rahmetini istemek çok güzel bir şeydir. Ama Allah-u Zülcelâl’den korkmak da lazımdır. Çünkü Allah-u Zülcelâl’in rahmetini hakiki manada isteyen kişi Allah-u Zülcelâl’in kudret ve azametini düşünecek ve korkacaktır.
Allah’ın affını, rızasını, mağfiretini istiyorsan ona sebep olan şeyleri de yapacaksın. O zaman doğru sözlüsün demektir. Ve Allah’ın rızasına talip isen o zaman onun sebeplerini de yapacaksın.
Allah’tan korkuyorum diyorsan o zaman da Allah’ın sevmediği şeylerden kendini sakınacaksın. Eğer Allah’ın rızasını istiyorum, Allah’tan korkuyorum diyorsan ama bunları yapmıyorsan o zaman yalancı sayılmış oluyorsun.
Abdullah ibn- Abbas radıyallahu anhum Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin amcasının oğludur, diyor ki;
“Akıllı bir kimse, sevdiği bir kişiye zarar verecek bir şey yapmaz.”
Doğrudur değil mi? Eğer insan bir kişiyi seviyorsa onun menfaatine olan şeyleri yapar. Düşünürsek hepimiz kendi nefsimizi çok seviyoruz. Hasta olduğumuz zaman doktora gidiyoruz, hap kullanıyoruz, vücudumuzun incinmemesi için her türlü sebeplere başvuruyoruz öyle değil mi? Öyleyse, madem kendi canımızı öyle seviyorsak o kıyamet gününde onu ateşe atmak akılsızlık değil midir?
Burada nefsimi böyle seviyorum ama kıyamet gününde onu cehenneme atıyorum, bu akıllının yapacağı bir şey değildir.
Vallahi halimiz böyledir. İçimizde çoğumuzun kefeni dükkanlarda hazırdır. Ama dünyada daha çok yaşayacak gibi düşünüp hep dünya tasası çekmektedir. Hiç ahireti düşünmemektedir.
Allah-u Zülcelâl bizi nefsimize teslim etmesin, bizi muhafaza etsin.
İnsan aklına uyarsa böyle yapmaz. Biz de nefsimizi aklımıza teslim etmeliyiz. Eğer aklımızı nefsimize teslim edersek bu neye benzer biliyor musunuz? Bir kişi düşünün ki denizin ortasında boğuluyor. Bir başka kişi ise gitmiş onun yanına, “Beni kurtar,” diyerek onun beline sarılıyor. O kişi zaten kendisi boğuluyor, seni nasıl kurtaracak? İşte nefis bu boğulan adam gibidir. Gaflete dalmış, dünyanın manzarasına kanmış kendisini ateşe götüren amellerin içine batmış vaziyettedir. Bir akıllı kişinin onun elinden tutması lazım ki onu o halden kurtarsın. Yoksa o kendi kendini bile kurtaramaz.
İşte biz de böyle olduğunu bilelim, nefsimizin arzularına uymayalım.
Nefis Allah’ın düşmanıdır, aklın düşmanıdır, kendisini ateşe atıyor. Eğer aklımızı ona teslim edersek nefis aklımızı da ateşe götürecek.
Düşünün ki, bir gözü açık kişi, bir âmâya diyor ki, “Benim elimden tut beni doğru yola götür.” O seni nasıl götürsün, o kendisi amadır, gözü görmüyor. Ona birisinin rehberlik yapması lazımdır. Ama rehberlik yapması gereken kişi o âmâya uyarsa ne olur?
Nefse nasıl teslim oluyor insan? Mesela sabah namazı vakti uyanıyorsun. Nefis diyor ki, “Hava soğuktur, sonra kaza yaparsın, yat uyu,” diyor. Sen de nefsine uyuyorsun, kalkmıyorsun. İşte nefse böyle teslim oluyorsun. Aklını çalıştırmıyorsun.
İşte nefsin istekleri böyle hep zararlı şeylerdir.
Bazı kişiler var, çalışmıyorlar. Haydi işleri yok. Tamam. Ona diyorlar ki, “Al bu kitapları, dergileri sat. Hem dünyevi kazanmış olacaksın hem de ahretini kazanırsın.” “Yok, yapamam,” diyor. Gidiyor şurada oturuyor, konuşuyor, burada çay içiyor, eli boş evine dönüyor. Halbuki çalışsa Allah ona hem dünyada hem ahirette verecek ama çalışmıyor.
Peygamber aleyhisselatu vesselam zamanında bir adam gelmiş soruyor:
“Ya Rasulullah ben nasıl bilebilirim ki, ne zaman iyiyim, ne zaman kötüyüm?”
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor ki:
“Sen ne zaman kendini iyi bilirsen o zaman kötüsün. Ne zaman kendini kötü bilirsen o zaman iyisin.”
“Ben iyi miyim? Kötü müyüm?” diye kendi nefsimize sormayalım, etrafımızdaki salih arkadaşlarımıza soralım. Eğer onlar derse ki “Allah razı olsun, biz senden hiçbir zarar görmedik, sen iyisin,” o zaman iyisin. Eğer bir kişi hakkında komşuları “Bu adam iyidir,” veya “Bu adam kötüdür,” derse o zaman onların şahitliğini Allah-u Zülcelâl de kabul ediyor.
Ama bir insan kendisine “Ben iyiyim” derse, bunu Allah-u Zülcelâl kabul etmiyor. Demek ki kendimize “Ben iyiyim” demeyelim, Allah’ın da iyi dediği ve kulların da iyi dediği kullardan olalım.
Allah-u Zülcelâl bizi nefsimize bırakmasın, hayırlarda kullansın inşallah. Amin