İRFAN SOHBETİ / Hadiselerden İbret Alalım

İRFAN SOHBETİ
Hadiselerden İbret Alalım
Seyda Feyzullah Konyevî -KS-
Allah-u Zülcelâl, ayeti kerimede şöyle buyuruyor:
وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِنَ الْخَوْفِ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِنَ الْاَمْوَالِ وَالْاَنْفُسِ وَالثَّمَرَاتِؕ وَبَشِّرِ الصَّابِرٖينَۙ
“Andolsun ki sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele!” (Bakara, 155)
Bizler, türlü nimetlerle ağırlandığımız bu fânî dünya misafirhânesinde, asıl yurdumuz olan ebedî cennetin yolcularıyız. Allah’ın rızâsını ve O’nun müminlere lûtfedeceği nâim cennetleri arzuluyoruz. Öyleyse bilmeliyiz ki, talip olduğumuz bu ulvî saadetin bir bedeli vardır.
Hepimiz bir imtihanın içindeyiz. Yaşadığımız her olay, karşılaştığımız her sıkıntı, musibet, deprem, hastalık, kayıp ve ölüm, aslında Allah’ın bize “Uyanın!” diyen merhametli bir çağrısıdır. Bunların hepsi birer ikazdır.
Allah-u Teâlâ bizi sadece Kur’an-ı Kerim’le değil, aynı zamanda dünyada meydana gelen olaylarla, hadiselerle ve yarattığı her bir sanat eseriyle de sürekli uyarmaktadır. Bütün bunlar, insanın bir anlık bile olsa gaflete düşmemesi, aldanmaması içindir.
Dünya hayatı, göz açıp kapayıncaya kadar geçecek kadar kısadır. Bu kısa zaman diliminde bile uyanık olmak, hakikati görmek ve Allah’ın ikazlarını dikkate almak gerekir.
Çünkü burası uyumak ve gaflete dalmak yeri değildir. Zaman çok kısadır. Bize uzun gelebilir, ama Gazze’de olsaydık ne kadar kısa olduğunu anlardık. Bir savaşın ortasında bulunsaydık, hayatın ne denli kısa ve kıymetli olduğunu fark ederdik. Ancak şimdi, rahatımız yerinde olduğu için, bu rahatı bozmak istemediğimiz ve rahatımızı sevdiğimiz için gaflete dalıyoruz.
Şu kısacık ömrü sanki sonsuzmuş gibi görüyoruz. Oysa belki de yüz yıl sonra bugün dünyada olan hiç kimse kalmayacak, herkes toprağın altında yatıyor olacak. İşte dünya hayatı böyledir. Bir yandan toprak insanları öğütürken, diğer yandan yeni hayatlar filizleniyor. Rabbimiz bizleri bu manzaralar karşısında ibretle bakan, gerçek dersler çıkarabilen kullarından eylesin.
Musibetlerle karşılaştığımızda, “Bu durumun mutlaka bir hikmeti vardır” diyebilmeliyiz. Bu hikmetin anahtarını aramalı ve bilmeliyiz ki, en büyük anahtar sabırdır.
Her zorluğun ardında bir hikmet, her imtihanın içinde bir rahmet olduğunu asla unutmayacağız. İmtihan anında öfkeye kapılıp sınav kağıdını yırtmak, imtihanı kaybetmek demektir.
Nitekim Allah-u Zülcelal Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor: “Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz.”
Bu ilahi beyan, her zorluğun geçici ve bir imtihan olduğunu bize hatırlatmaktadır.
Allah-u Zülcelal bizi çeşitli şekillerde imtihan ediyor: Korkuyla, açlıkla, mal kaybıyla, sevdiklerimizi almakla… Vefat edenin imtihanı sona erdi, ama geride kalanların imtihanı devam ediyor. Her kayıp aslında bizler için bir uyarıdır. Ölenlerin ardından ibret alacak mıyız, yoksa bu olaylardan ders çıkarmayacak mıyız? Bu ölümleri bize verilmiş bir öğüt olarak görecek miyiz?
Rabbimiz bir başka imtihan şeklini de bildiriyor: Ürünlerden eksiltmekle… Çiftçinin bütün bir yıl emek verip yetiştirdiği mahsul, bir gece ansızın gelen donla yok olabilir. İşte bu da bir imtihandır. Tıpkı diğerleri gibi, sabrımızı ve metanetimizi ölçen bir denemedir.
Her musibetin ardında hikmet aramalı, her kaybın bize bir şeyler öğretmeye çalıştığını fark etmeliyiz. Çünkü dünya hayatı, büyük bir imtihan sahnesidir ve her olay bu imtihanın bir parçasıdır.
Şu hakikati asla unutmayalım: Bu dünyaya geldiğin ilk anda elinde hiçbir şey yoktu. Sonra Rabbim sana güç verdi, seni büyüttü, anneni babanı senin için hizmetkâr kıldı. Yavaş yavaş ayaklarının üzerinde durmayı öğrendin, çalışmaya başladın ve kazanç elde ettin.
Ancak şunu da bilmelisin ki, tıpkı doğarken hiç bir şeye sahip olmadığın gibi, kazandıkların bir gün yine elinden gidebilir. Bu geçici dünyada kayıplar da kazançlar kadar normaldir. Kaybettiğinde sabretmeyi bilmelisin, çünkü yeniden kazanabilirsin – belki eskisinden az, belki de fazlasını…
Asıl mühim olan, her halükarda sabırla tevekkül etmen ve Allah’ın takdirine boyun eğmendir. Rabbimizin her taksimatında sayısız hikmetler vardır. Kazançta da kayıpta da O’nun rızasını gözetmek, gerçek kurtuluşun yoludur.
Gerçek teslimiyet önce kalpte başlar. İnsan, kayıplardan sonra yine çalışmaya devam edecektir elbette. Fakat asıl mesele, çalışırken kalbinin ne halde olduğudur.
Çünkü hem isyan eden hem de teslim olan aynı şekilde çalışıp kazanıyor görünür. Aradaki fark; birinin öfke ve itirazla, diğerinin ise rıza ve şükürle yol almasıdır.
İşte bu hakikat bize gösteriyor ki, her durum – kazanç da kayıp da – aslında bir imtihandır. Maddi sonuçlar değil, kalbi tavırlarımız ölçülmektedir. Rabbimiz, dış görünüşümüze değil, iç dünyamıza bakıyor.
Sabırla çalışıp tevekkül etmek, kazancı da kaybı da Allah’tan bilerek, razı olan bir kalp ile yola devam etmek – gerçek kurtuluş bu şuurda gizlidir.
Musibetler, Hakka Ulaşmanın Yoludur
Tüm belalar birer imtihandır ve insanları uyarmak için gönderilmiştir. Abdülkadir Geylani Hazretleri bu konuda önemli bir hakikate işaret eder: “Bela, kulu Hakka ulaştıran buraktır.” Yeter ki insan ona binmesini bilsin. Tıpkı yaralı olmadıkça merhem aramayacağımız gibi, ağlayan gözün “hakikati görmeye başlayan göz olduğunu” ifade buyurur.
İmam-ı Rabbani Hazretleri ise bu manaya şöyle derinlik katar: “Musibet, Sevgiliden gelen bir celal tecellisidir.” Yani o karanlık yolda elimize tutuşturulmuş bir fenerdir. Bizler bu tokadı, bu musibeti bir uyarı ve hidayet vesilesi olarak görmeliyiz.
Bu hakikat bize gösteriyor ki:
Her musibet bir uyanış vesilesidir.
Belalar doğru anlaşıldığında bizi Hakka yaklaştırır.
Yaralarımız bize merhem aramayı öğretir.
Celal tecellileri aslında rahmetin başka bir şeklidir.
Önemli olan, başımıza gelen her hadisede bu ince manaları görebilmek ve ibret alabilmektir. Çünkü asıl musibet, belanın kendisi değil, ondan ders almamaktır.
Kâinatın her köşesinde ibretle bakılması gereken tablolar vardır. Bunlar bize sürekli bir dirilişi ve yeniden doğuşu hatırlatır. Rabbimiz Furkan Suresi’nde şöyle buyurur: “Rahmetinin önünde rüzgarları müjdeci olarak gönderen O’dur. Böylece gökten tertemiz bir su indiririz.” (Furkan, 48)
Bu ilahi beyan bize gösteriyor ki:
Rüzgarlar rahmetin habercileridir.
Bulutları taşıyarak yağmuru getirirler.
Tüm bu nizam Allah’ın emrine tam bir teslimiyetle işler.
Her an hareket halinde olan bu sistem, ilahi kudretin apaçık delilidir.
Bu tabiat olayları bize öğretir ki:
En sert rüzgarlar bile rahmete hizmet eder.
Görünürde sert olan, aslında bereket getirir.
Her şey ilahi emre boyun eğmiştir.
Bizim de bu kusursuz düzene uyum sağlamamız gerekir.
Yağmurdan önce esen rüzgar gibi, her zorluktan sonra rahmet tecelli eder. Yeter ki bizler bu ilahi işaretleri okuyabilecek basirete sahip olalım
Yine Rabbimiz ayet-i kerimede buyuruyor ki:
“Rüzgârları müjdeciler olarak göndermesi, size rahmetini tattırması, buyruğu ile gemilerin yürümesi ve lütfundan rızık istemeniz O’nun ayetlerindendir; umulur ki şükredersiniz.” (Rum, 46)
Çalışmak ve kazanmak, aslında verilen nimetlere şükretmenin bir yoludur.
Gemilerin yürümesi gibi ticari imkanlar, Allah’ın lütfunun tezahürüdür.
İnsan maddi nimetleri kolayca fark ederken; manevi nimetleri gözden kaçırabilir.
Allah bize maddi nimetleri göstererek görünmeyen nimetleri hatırlatmayı murad eder.
“Ya Rabbi, verdiğin tüm nimetlere şükürler olsun” diyebilme basireti bahşeder.
Rüzgarın bulutları taşıyıp yağmuru getirmesi gibi, bizim de elimizdeki nimetleri taşıyıp şükre ulaşmamız gerekiyor.
Allah’ın rahmetini ve kudretinin delillerini görmek için çaba göstermek gerekir. Tıpkı rüzgâra yelken açan geminin ilerlemesi gibi, insan da hayatın dalgaları arasında sürekli yol almalıdır.
Çalışan, araştıran, ilim peşinde koşan kimse, Allah’ın rahmetinin tecellilerini her yerde müşahede eder. Musibetlerin sert dalgaları arasında sabır ve tevekkülle yoluna devam edebilir.
Her zorluk, aslında rüzgâra karşı yelken açmayı öğreten bir derstir. Gemici nasıl rüzgârın yönünü hesaba katarak rotasını çizerse, mümin de imtihanlar karşısında aklını ve sabrını kullanarak yolunu bulur. Durgunluk değil, daimi bir hareket halinde olmak gerekir – hem maddi hem manevi anlamda.
Evet, o rüzgârlar ki rahmetin öncü kervanlarıdır. Allah-u Zülcelâl, her an trilyonlarca ton suyu bulutlara yüklüyor, en ücra köşelere kadar ulaştırıyor. Bir düşün: Okyanuslardan buharlaşan sular, dağ doruklarında kar oluyor, çöllerin üzerinde yağmur bulutları beliriyor. Her damlasıyla yeryüzüne hayat taşıyan bu muazzam sistem, aslında ilahi bir lütuf sofrasıdır.
Ama insanoğlu nankör olursa; kör olur gözleri. Görmez olur nimeti. Oysa bir an dursak, şu uçsuz bucaksız rahmet tecellisine baksak: Aynı bulutlar ki, bir yanda çiftçinin tarlasını sularken, diğer yanda şehirlerin su depolarını dolduruyor. Ve bütün bunlar, hiçbir fatura kesilmeden, hiçbir karşılık beklenmeden…
Bu kadar açık bir kerem karşısında nasıl olur da nankörlük edilir? Nasıl olur da “Bu doğal bir olay” deyip geçilir? Her damlasında bir hikmet, her yağmur sonrası topraktan fışkıran hayatta bir ibret varken…
Güneşin aydınlığı o kadar kuşatıcıdır ki, onun varlığını unuturuz. Tıpkı Allah’ın Ez-Zahir isminin tecellisi gibi – O’nun varlığı her şeyde bu denli açıkken, gözümüzün önünde duran bu hakikati nasıl göremez oluruz?
Oysa her şey onu anlatıyor, onu gösteriyor. Gözümüzü ne tarafa çevirsek O’nun vahdaniyetini, sanatını ve kudretini görüyoruz. Her şeyde O’nun sanatı tecelli eder durur.
Nimetlere gelince… Öyle gaflet içindeyiz ki, ayaklarımızın altındaki hazineyi görmez, uzaklarda hayat ararız. Mars’ta su izi arayanlar, şu an soluduğu havaya, içtiği suya şükretmeyi unutmuş.
Mars’ta hayat arıyorlar. Dünya mahvolursa Mars’a kaçacaklarmış. Ya Mars daha önce mahvolursa?
Hakikat şu ki; nereye kaçarsan ölüm senin peşinden gelecek. Çünkü ölüm hayatına işlenmiştir.
İbn-i Arabî Hazretleri Fusûsu’l-Hikem’de ne güzel söylemiş: “Deprem yerin secdesi, fırtına göğün duası, yağmur ise rahmetin gözyaşıdır.”
Tüm bu tabiat olayları aslında Allah’a boyun eğen birer ibadet halidir. Her biri ‘Lebbeyk Ya Rabbi!’ diyen bir kulluk ifadesidir.
Yağmur damlaları toprağa düştüğünde, toprağın suyla buluşmasıyla titreşim oluyor, titreşimle tohum çatlıyor ve tohum bir filiz halinde neşvü nema buluyor.
Mevlânâ Hazretleri ise bu hakikate daha derin bir boyut ekliyor:
“Şu dağların sarsılması gaflet dağlarının yıkılması içindir. Dıştaki zelzele içteki gafleti uyandırmalıdır,” buyuruyor. Dışarıdaki sarsıntılar, içimizdeki gaflet dağlarını yıkmak için… O görünen zelzeleler, aslında kalplerimizde kopması gereken fırtınaların habercisidir.
Şu muazzam tablo bize gösteriyor ki: Her biri birer ilahi mesaj olan; her deprem bir uyanış çağrısı, her fırtına bir hatırlatma, her yağmur ise yeniden diriliş fırsatıdır.