GÖNÜL SOHBETLERİ / Mü’minlere Nasihat Fayda Verir
GÖNÜL SOHBETLERİ
Mü’minlere Nasihat Fayda Verir
Seyda Muhammed Konyevî -KS-
Allah-u Zülcelâl ayet-i kerimede buyuruyor:
“Sen yine de öğüt ver. Çünkü öğüt müminlere fayda verir.” (Zariyat 55)
Bir mü’min kardeşimiz bir günah yaptığı zaman, ona nasihat ederek veya bir sevap yaptığı zaman ona destek olmak suretiyle mü’min kardeşlerimize yardımcı olmuş oluruz. Bunu yapmadığımız zaman, mü’min kardeşlerimize karşı taksirat sahibi olmuş oluruz. Hatta bazı kitaplarda geçmektedir ki:
“Mü’min, mü’minin yakasını kıyamet gününde tutacak. O yakasını tuttuğu gibi ona diyecek ki:
“Senin benim üzerimde ne hakkın var?” O da diyecek ki:
“Ben filan yerde günah yapıyordum. Allah-u Zülcelâl’den gafildim, cahildim. Sen beni ikaz edip uyarmadın. Niçin bana bildiğin halde söylemedin?”
Onun için elimizden geldiği kadarıyla birbirimize nasihat yapmak suretiyle, daima Allah-u Zülcelâl’in zikrini, ibadetini, hizmetini yapmak ve günahlardan birbirimizi muhafaza etmek için gayret göstermemiz mü’min kardeşimizle birbirimize yardımcı olmamız lazımdır.
Eğer biz ahiretin üzerinde meraklı olursak, onun mükafatı da çok büyüktür. Nitekim Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem bir hadisi şerifinde şöyle buyurmuştur:
“Ademoğullarının bütün konuşmaları kendisine zarar verir. Sadece emr-i bil maruf, nehyi ani-l münker ve Allah-u Zülcelâl’in zikri bunun dışındadır.”
Başka bir rivayette ise; Ebû Zer Gıfârî radıyallahu anh buyuruyor ki:
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’e şöyle sordum:
“Ya Rasulallah! Müşriklerle, cihat yapmaktan başka cihat var mıdır?” Peygamber Efendimiz aleyhisselatu vesselam:
“Evet, Allah için yeryüzünde bazı mücahitler vardır ki, şehitlerden daha efdaldir.” buyurmuştur. Halbuki Allah-u Zülcelâl Kur’anı Kerimde şehitleri methederek: “Onlar diridirler” buyurmuştur. Böyle olduğu halde, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem:
“Allah için yeryüzünde bazı mücahitler vardır ki, şehitlerden daha efdaldir. Onlar sağdırlar; yer-içer ve yeryüzünde dolaşırlar. Allah-u Zülcelâl, onlarla meleklerine karşı iftihar ederek;
“Ya Meleklerim! Benim böyle kullarım vardır, görüyor musunuz?” buyurur. Ve cennet kendini onlara, Ümmü Seleme radıyallahu anhanın kendisini Resulullah aleyhisselatu vesselama müzeyyen kıldığı gibi, müzeyyen kılar.” buyurmuştur.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem böyle söyleyince, Hz. Ebu Bekir radıyallahu anh:
“Ya Resulallah! Bunlar kimdir?” diye sordu. Tabii insan, bütün bunları duyunca çok merak etmektedir. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki:
“Emr-i bil maruf, nehy-i anil münker yapanlardır. Birbirlerini Allah için seven ve Allah için buğz edenlerdir. Nefsimi kudret elinde tutan Allah-u Zülcelâl’in zatına yemin ediyorum ki, onların bazıları öyle köşklerin içindedirler, o köşklerden daha yüksek köşk yoktur. Onların köşkleri şehitlerin köşklerinin de üzerindedir. Her bir köşkü de Allah-u Zülcelâl üç yüz bin kapı, yakut ve yeşil zümrütle yapmıştır. Her bir kapının üzerinde bir nur vardır. Her bir kişiye Allah-u Zülcelâl üç yüz bin huriyi nikahlar. Ve her bir huriye dönüp baktığında, o huri der ki:
“Hatırlıyor musun, sen filan köyde, filan evde, filan camide emr-i bil maruf, nehy-i anil münker yapıyordun.”
Hangi huriye dönerse başka yerler söyleyeceklerdir. Yani Allah-u Zülcelâl emr-i bil maruf, nehy-i anil münkeri çok sevdiği ve onun yapılmasından razı olduğu için, her bir huriye emir veriyor, huriler de kendilerine her bakışında o kişiye yaptığını hatırlatıyorlar.
Peki bu müjde bize yetmez mi? Daima birbirimize nasihat etmenin karşılığında bize verilecek olan bu mükafat yeterli değil midir? Bu mükafattan daha büyük mükafat var mıdır?
İslâm Ahlakı
Tabii insanlara Allah-u Zülcelâl ’in emir ve nehiylerini bildirirken, onlara karşı güler yüzlü, şefkatli davranmak lazımdır. Karşımızdaki insan fasık da olsa, günahkâr ve asi de olsa ilk önce kendimizi ona yakınlaştırıp, yumuşaklıkla davranmamız lazımdır. O da bize yaklaştıktan sonra nasihat etmemiz lazımdır.
Niçin yumuşak ve güler yüzlü davranmamız lazımdır? Çünkü olabilir ki o kişi tevbe eder ve Allah’a yönelmek suretiyle Allah-u Zülcelâl’in bir dostu olabilir. Onun için karşımızdaki insanların bizden nefret edecekleri davranışlardan kaçınmamız lazımdır. Bu vaaz ve nasihatin kuralıdır.
Seyyid Ahmet er-Rufâî kuddise sırruh bir gün bir hınzırın yanından geçiyordu. Nasıl insanlar karşılaştıkları zaman birbirlerine günaydın diyorlarsa, o da domuza “Hayırlı sabahlar,” dedi. Yanında bulunanlar bu duruma çok şaşırdılar. Ve:
“Bu domuza niçin böyle dedin?” diye sordular. Ahmet er-Rufâî kuddise sırruh dedi ki:
“Kendimi güzel ahlâka davet ediyorum. Allah-u Zülcelâl’in bütün mahlukatına güzel ahlâkla davranmayı kendime adet yapıyorum. Siz biliyor musunuz İsa aleyhisselam da bir gün böyle yapmıştı”
“Nasıl?” diye sordular. Dedi ki:
“İsâ aleyhisselam havarileri ile beraber bir gün bir yerden geçiyorlardı. Etrafa çok pis koku veren bir köpek leşi gördüler. Havariler dedi ki:
“Ya Ruhullah! Bu köpeğin leşi ne kadar pis kokuyor”
İsâ aleyhisselam dedi ki:
“Hayır, dediğiniz doğru değildir. Bakın, onun ne güzel parlayan dişleri vardır.”
İşte İsâ aleyhisselam kendisini güzel ahlakla süslüyordu. Evet, köpek leşinin pis kokusu havarilerin burnuna geliyordu ama İsâ aleyhisselam onun kötü tarafına bakmayıp; ‘Ne güzel beyaz dişleri var’ dedi. Onun için insan, karşısına asi, fasık kimseler de gelse, onların bu kötü tarafına bakmadan güler yüzle ve şefkatle onlara muamele etmelidir. Bu, İslam ahlâkıdır. Her mü’minin görevidir.
İmam-ı Şarani kuddise sırruh, Bi-kitabi uhudiye ve’l Muhammediye adlı kitabında şöyle demiştir:
“Davud aleyhisselam Beni İsrail kavminin asilerine karşı çok sert davranıyordu. Hatta bazı zamanlarda:
“Ya Rabbi! Sana asi gelenleri af ve mağfiret etme” diye beddua ediyordu. Fakat Allah-u Zülcelâl bu davranışının hata olduğunu ona bildirdikten sonra:
“Davud aleyhisselam, bu hatasını anladıktan sonra ağlayarak; ‘Ya Rabbi! Bütün hata yapanları af ve mağfiret et. Davud’u da onların içinde af ve mağfiret et’ diye yalvarıyordu. Allah-u Zülcelâl Davud aleyhisselam’a şöyle vahyetti:
“Ya Davud! İyi olan kimselerin zaten sana ihtiyacı yoktur. Asi olanlara karşı çok sert davrandığın için, onlar senden nefret ettiler, sen de onlardan nefret ettin. Böyle olunca Ben seni ne için gönderdim?”
Allah-u Zülcelâl böyle vahyedince, Davud aleyhisselam uyandı ve hemen gece-gündüz hiç durmadan Beni İsrail kabilesini ev ev dolaşarak onlara güler yüzle ve yumuşaklıkla nasihat etmeye başladı.”
İşte bu İslâm dininin ahlakıdır.
Mü’min olan kimseden daima hayır umut etmelidir, şer beklenmemelidir. Yani ‘Ben mü’minim’ diyen kimseden başka insanlar daima hayır beklemelidir, şer görmemelidir.
Bazı insanlar vardır ki -neuzübillah- öyle kötü ahlaklıdırlar ki, başka insanlar daima onlardan bir şer gelmesinden korkarlar. Bazıları da vardır ki öyle güzel ahlaklı, öyle hayır severdirler ki, insanlar daima onlardan bir hayır umut ederler. İşte mü’min böyle olmalıdır.
En Büyük Sadaka Nasihattir
Hz. İsa aleyhisselam buyurmuştur ki:
“Ne mutlu o kimseye ki, herhangi bir mü’min kardeşinin kulağına nasihat ediyor. O da onun dediğini yapıyor ve bununla cennete giriyor. Ne mutlu o kimseye!”
Hakikaten de insan başka mü’min kardeşlerine nasihat yaptığı zaman ve onlar da bu nasihate uydukları zaman, bu ne güzel bir sevaptır.
Denilmişti ki:
“En büyük sadaka, biri kişi vaaz ettiği zaman, vaaz ettiği insanların onun dediğini yaparak cenneti kazanmalarıdır”
Bu görevi çok iyi idrak etmemiz ve gereklerini yerine getirmemiz bizim için büyük bir kârdır. Bu emanetten gafil kalmak, gevşek davranmak çok büyük bir hatadır.
Allah-u Zülcelâl bu emaneti, Âdem aleyhisselam’ın üzerine nazil edeceği zaman, Âdem aleyhisselam şöyle seslendi:
“Ya Rabbi! Bu emaneti göklere, yerlere, dağlara nazil etmek istediğin zaman, senin bu emanetini, kaldıramamaktan korktular, kabul etmediler. Ben ve benim soyum, bu zayıf bünyemizle, nasıl kaldıracağız?” Allah-u Zülcelâl, Hz. Âdem aleyhisselama şöyle cevap verdi:
“Kaldırmak senden, kuvvet ve kudret benden.”
Bundan dolayı, Allah-u Zülcelal’e karşı görevlerimizi yerine getirebilmek için daima Allah-u Zülcelâl’den kuvvet beklemeliyiz. Allah’ın kudreti, her şeye kadirdir. Fakat maalesef, biz bundan gafiliz.
“Ben şöyle yapacağım, böyle yapmayacağım.” diyerek, kendi üzerimize yüklendiğimiz zaman da Allah-u Zülcelâl de bizi nefsimizle baş başa bırakmaktadır. Tabi, nefis bizim düşmanımız olduğu için Şeytan’la birlik olup bizi Cehennem’e müstahak etmek için var gücüyle uğraşmaktadır.
Allah-u Zülcelâl, her insanı farklı farklı yaratmıştır. Bunun için insanlar, Allah-u Zülcelâl’in emir ve nehiylerine uymakta, güç olarak birbirlerinden farklıdır. Bir insan, az bir güce sahip iken, bir diğeri ondan daha güçlüdür. Onun için iki kişi bir araya geldiği zaman birisi gaflete düşüp günah işlerse ve ibadet üzerine yönelmekte zayıf kalırsa; diğeri hemen onu ikaz etmek suretiyle, yardımcı olmalıdır.
Nitekim, Peygamber Efendimiz aleyhisselatu vesselam Hadis-i Şeriflerinde şöyle buyurmuştur:
“Bütün insanlar uykudadır, (yani onları uyandıracak bir kimse lazımdır)” (İmam-ı Gazâlî)
Bu Hadis-i Şerifte kast edilen uyku, gaflet uykusudur. Hakikaten hepimiz Allah-u Zülcelâl’in azametinden, emir ve nehiylerinden gafiliz. Halbuki Allah-u Zülcelâl, daima bizimle beraberdir. Onun için biz de huzurlu bir şekilde, Allah-u Zülcelâl ile beraber olmalıyız. Nitekim, Ayet-i Kerime’de:
“Biz size şah damarınızdan daha yakınız” (Kaf; 16) buyurulduğu halde, bizim O’ndan -Celle Celaluhu- gafil kalıp uzaklaşmamız, fayda vermeyen bir hatadan başka bir şey değildir. Bunun için gerek iki kişinin gerek bir cemaatin birbirlerini günahtan sakındırmak için nasihatte bulunmaları; birbirlerini gafletten uyandırmaları, Allah-u Zülcelâl’in çok hoşuna gitmektedir.
Evliyaullah’tan bir zat, bir cemaate nasihatte bulunduktan sonra, şöyle dua etti:
“Ya Rabbi! İçimizdeki en günahkarı ve kalbi katı olanı af ve mağfiret et!”
Cemaatin içinden bir kişi ayağa kalkarak şöyle dedi:
“Allah senden razı olsun bu duayı, bir daha tekrarla çünkü, bu cemaatteki en günahkâr ve katı kalpli kişi benim. Senin duan hürmetine, belki Allah-u Zülcelâl beni affeder.”
O Evliya zat tekrar dua etti ve cemaat dağıldı. O gece, o Evliya şöyle bir rüya gördü; sanki Kıyamet kopmuştu ve haşir meydanında idi. Allah-u Zülcelâl onu huzuruna çağırarak şöyle hitap etti:
“Ben senden çok memnun oldum.”
“Niçin ya Rabbi?” diye sorduğu zaman, Allah-u Zülcelâl buyurdu ki:
“Sen, benimle kulumun arasını buldun. Bana karşı günah işleyip isyankâr davranıyordu. Birbirimize düşman olmuştuk, sen onu benim yanıma getirdin, tevbe etti. Bundan sonra, devamlı benim ibadetimle meşgul olacak, bunun için senden çok memnun oldum. Seni de onu da ve o içinde bulunduğunuz cemaati de affettim”
Görüldüğü gibi burada bizim için çok büyük bir işaret vardır. Allah-u Zülcelâl kullarını kendisinin apaçık düşmanı olan Şeytan’ın yanında gördüğü zaman gazaplanmaktadır. Ancak, bizler birbirimize yardımcı olmak suretiyle Şeytan’ın saflarından, Allah-u Zülcelâl’e yönelttiğimiz zaman bu, Allah-u Zülcelâl’in çok hoşuna gitmektedir.
Onun için Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in:
“Bütün insanlar uykudadır. Onları uyandıracak bir kimse lazımdır.” Hadisi-şerifi bizim için Allah’ın yolunda birbirlerine yardımcı olma hususunda, çok büyük bir işaret ve aynı zamanda emirdir.
Peygamber Efendimiz aleyhisselatu vesselam bir Hadis-i Şeriflerinde:
“Âlimler Peygamberlerin varisleridir.” Buyurmuştur.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem miras olarak, mal-mülk bırakmadı, ilmi ve nasihati miras bıraktı. Kim bu ilme, nasihatlere, emr-i bil’maruf ve nehy-i an’il- münkere sahip çıkarsa işte gerçek varis odur. O kimse kim olursa olsun, fark etmez. İçimizden birisi, birkaç kitap okuyup kendisini yetiştirir ve öğrendikleri ile amel ederse, manevi olarak Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in ahlakıyla ahlaklanırsa, o da Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem ’in ve Ashab-ı Kiram’ın varisi olur. Kısacası onlara uyan, hidayete erenlerden olur.
Yok eğer, kendimizi onların gitmiş olduğu yoldan ayırırsak, dalalete sapanlardan oluruz. Çünkü, bu doğru yolun dışındaki bütün yollar Şeytan’ın yollarıdır.
Nitekim, Allah-u Zülcelâl Ayet-i Kerime’de: “Bu benim doğru olan yolumdur. Ona tabi olun.” buyurmuştur. İşte bu yolun dışında kendimize başka bir yol aramak, dalaletten başka bir şey değildir. Bizden önceki seleflerin ve Ashab-ı Kiram’ın hal ve hareketlerini çok iyi öğrenmeliyiz ki birisi: “Ben Peygamber Efendimizin ve Ashab-ı Kiram’ın ahlakıyla ahlaklandım, onların yolundan gidiyorum” dediği zaman, doğru mu, değil mi ayırt edebilelim.
Allah-u Zülcelâl bizi kendi nefsimize teslim etmesin, o nefsimizi hayırlarda kullansın inşallah.