Ya Kalbimiz Ölmeye Yüz Tutmuşsa…
‘Kalb nazargah-ı ilahidir’
Allah-u Zülcelâl, Kur’an-ı Kerim’deki birçok ayet-i kerimede kendi Zat’ını bizlere, O’nu daha iyi tanıyıp anlayabilmemiz için anlatmış, tanıtmıştır.
Allah-u Zülcelâl, ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: “Sizin; kalbinizde, nefsinizde tasavvur ettiğiniz şeyleri, Rabbiniz (sizden) daha iyi bilir.” (Mülk; 13)
Bu ayet-i kerimeden anlaşılacağı üzere Allah-u Zülcelâl, bir kimsenin kalbini, nefsini, hayal ve tasavvur ettiği şeyleri, kendisinden bile daha iyi bilmektedir.
Bir hadis-i şerifte Peygamber efendimiz aleyhissalatu vesselam “Allah (Celle Celaluhu) sizin dış görünüşünüze ve mallarınıza bakmaz. Ama o sizin kalplerinize ve işlerinize bakar” buyurmaktadır. (Müslim, İbn Mâce, Ahmed b. Hanbel)
Demek ki kalp nazargâh-ı ilahidir. Bundan dolayı insan, kalbinde tasarladığı, hayal ettiği çirkin şeyleri, kendisinden izale etmek ve uzaklaştırmak suretiyle, kalbini daima temiz tutmalıdır. Mademki kalp, Allah-u Zülcelâl ‘in nazargâhıdır ve Allah-u Zülcelâl, kalplere bakmaktadır, o halde daima kalbimizdeki niyetimizin halis olmasına özen göstermeli ve Allah-u Zülcelâl’in razı olacağı ameller ile kendimizi meşgul etmeliyiz.
Tabi ki bu, ancak ilim ile mümkündür. Yapılan amellerin hayırlı olup olmadığı, kalpte tasavvur edilen şeylerin, yanlış veya doğru olduğu, ilim ile o konudaki bilgileri bilmekle anlaşılabilir. Onun için insan, yaşı kaç olursa olsun öğrenmekten utanmamalı, daima yeni bilgilerle kendini süslemelidir.
İnsan ilim öğrenmekten utanır, kendini yetiştirip bilgi sahibi olabilmek için ilim talebinde bulunmazsa nihayetinde, cahil bir kimse olarak bu dünyadan ayrılır. Cahil kimse; neyin doğru neyin de yanlış olduğunu bilmediği için ahirette kendisine menfaat verecek şeyleri bu dünyadan kazanamayacağı için ahirette pişman olur.
İlim öğrenmek, her türlü nafile ibadetten üstündür. Vücudun gıdası yemek olduğu gibi kalbin gıdası da ilimdir. İlmi olmayan bir kimsenin kalbi hastadır. Hatta ölmüştür. Ancak insan, dünya sevgisiyle meşgul olduğundan, bunu fark edemez. Bir insan için en büyük kayıp, cehalettir.
Hasan-ı Basri rahmetullahi aleyh şöyle demiştir: “Âlimler olmasaydı, insanlar hayvanlar gibi olurdu.”
Demek ki insan, ilim öğrenmekle hayvaniyet derecesinden, insaniyet derecesine yükselmektedir. İlmin, Allah için öğrenilmesinde, Allah korkusu vardır. Ancak ilim sayesinde, Allah-u Zülcelal’e itaat edilir.
Ya kalbimiz ölmeye
yüz tutmuşsa…
Bir kişi nefsinin isteklerini yapıyor, Allah’ın emirlerini yapmıyor ama sanki hiçbir şey yokmuş gibi mahzun da olmuyorsa, o insanın kalbi ölmüş demektir. Çünkü kalbi diri olan, sıhhatli olan kimseler, kendilerini günahlardan muhafaza eder, daima hayırlarda bulunurlar.
Kalbin sıhhatli olmasının, ölmemiş olmasının alameti; o kalbin sahibinin daima Allah’ın zikriyle meşgul olması, Allahu Zülcelal’in ibadetine istek ve iştiyak duyması ve razı olacağı şeyleri sevip, razı olmayacağı şeyleri de sevmeyip tiksinmesidir.
Kalbi ölmüş ya da kalbi ölmeye yüz tutmuş kişinin alameti ise ibadetleri terk etmesi, günah yapsa da kalpte bir üzüntü ve endişe duymaması, Allahu Zülcelal’in zikrinden, ibadetinden itaatinden mahrum olmasıdır..
Bazı kimselere bakıyorum; tevbe etmiş namaz kılıyor, zikir yapıyor, fakat bir taraftan da insanı günaha sürükleyen Allah’a itaat etmeyen kötü kimselerle oturup kalkıyor. Şeytan onların yanına götürüyor onu; çünkü bir kişi tevbe ettiği ve Allah ile kendi arasındaki durumu düzelttiği zaman, şeytan bir figan ediyor, öyle kahroluyor ki, askerlerinin hepsi etrafında toplanıyorlar;
– Ne oldu? diyorlar. Lâin Şeytan diyor ki;
– Görmüyor musunuz? Ne kadar emek verdik, uğraştık günah işletmek için ama o tevbe etti. Allah da onun günahlarını affetti, kötülüklerini iyiliğe çevirdi. Askerleri soruyorlar:
– Ne yapacağız şimdi?
Şeytan diyor ki: “Tevbesinden döndüreceğiz, tekrar günah işleteceğiz, ibadetleri terk ettireceğiz. Askerleri:
– Bunu nasıl yapacağız? diye soruyorlar.
– Onun hiç tevbe etmemiş, günah işleyen, gafil arkadaşları, komşuları, akrabaları yok mu? İşte onlar vasıtasıyla onu tekrar günaha ve gaflete döndüreceğiz! Gidin onları dürtükleyin ki, onu alsınlar yine günahlara götürsünler, ibadetleri terk ettirsinler. Onu tevbesinden böyle çevireceğiz…” diye onlara cevap veriyor.
İşte şeytan ve askerleri insanı böyle aldatıyor.
Şeytanın bir yoldan
çıkarma hilesi
Bazı gençler, “Beni eski çevremden bırakmıyorlar, çağırıyorlar; onların yanına gidince günah işliyorum, gaflete düşüyorum. Kalbimde ibadet, tat, zikir sevgisi kalmıyor, artık tat almıyorum.” diyorlar.
İşte bilin bu şeytanın bir hilesidir. Şeytan insanları tevbeden döndürmek için böyle kendi askerleri olan ins ve cine vesvese veriyor. Kişi onların yanına gidip geldikçe kalbi ölüyor. Artık günah işlemekten, ibadetleri terk etmekten hüzün duymuyor, endişe etmiyor. İşte bu hal de kalbin ölmesine sebep olan bu bahsettiğimiz hallerden bir haldir.
Bir kalpte hüzün olmadığı zaman, “Allah benden razı mı? Kıyamet gününde bana rahmet edecek mi? Yoksa bana işlediğim günahlar sebebiyle gazab mı ediyor, beni ince ince hesaba çekecek ve beni kabahatlerim sebebiyle azaba uğratacak mı?” diye bir endişe olmadığı zaman, demek ki o kişinin kalbi manen ölmüş yada ölmeye yüz tutmuştur, Neuzubillah.
Hani diyoruz ya, nasıl ki bir evde kimse olmadığı zaman, o eve bakan, temizleyen, tamir eden bir kişi içinde yaşamadığı zaman bozuluyor, yıkılıyor virane oluyor; işte bunun gibi insanın kalbinde bir hüzün, bir dert, bir pişmanlık olmadığı zaman da o kalp viraneye dönüyor, ölüyor, demektir.
Artık kalp böyle ölmüşse, viran olmuşsa o kişi hiç sonunu düşünmez, endişe etmez; ta ki ölüp de kabre girinceye kadar… O zaman bakar ki kendisine hesap soruluyor, işte o anda aklı başına gelir ama ne fayda… Artık bir şey yapma imkânı kalmamıştır.
İşte bu halin başımıza gelmemesi için, kalbimizi diri tutmak, onu mamur etmek için kalbimizde daima bir hüzün, bir endişe, “Allah’ı razı edeyim” diye bir çaba olması lazımdır. Böyle bir çaba olursa insan ibadet yapınca ferahlanır, günah, hata, kusur işlerse ya da gaflete düşerse de endişelenir ve istikamet üzere hazırlanan bir kimse haline gelir.
Mümin mühim bir vasfı
Ashab-ı kiram, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem sordu; “Mü’min kimdir?” Buyurdu ki; “Bir kişi ibadet yaptığı zaman sevinir, ferahlanırsa, günahlarıyla da mahzun olursa mü’mindir.”
Kendimizi hesaba çekelim, eğer birkaç saatimizi, elimizden geldiği kadar, salih bir amelle geçirdiğimiz zaman ferahlanıyorsak, günah, gaflet, malayaniyle geçirdiğimiz zaman mahzun oluyorsak müminiz. Demek ki bunlar müminin iki sıfatıdır, bunlar bizde olmazsa mü’min değiliz, manasına geliyor! Öyleyse biraz dikkat edelim.
Hz. Âişe annemiz, Peygamber aleyhissalatu vesselamın şöyle dua ettiğini rivayet ediyor: “Allahım! Beni ibadet işleyince sevinen, kabahat işleyince istiğfar eden kişilerden eyle!”
Öyleyse ibadet edince, salih bir amel işleyince sevineceğiz, ferahlayacağız, “Allah bunu bize nasip etti,” diye; günah işlediğimiz zaman da ümitsizliğe düşmeyeceğiz, hemen istiğfar edeceğiz, “Ya Rabbi bu günahımı affet, bir daha yapmayacağım, bana hayırlı amel yapmayı nasip et” diye Allah’a sığınacağız.
Edebi nefse
muhalefetle kazanılır
Edebi olmayan maneviyatta yol katedemez. İlk önce Allah-u Zülcelâl’e karşı edep, sonra Hz. Peygamber sallallahu aleyhi veselleme karşı edep, sonra da bütün mümin kardeşlerimize karşı edebli olacağız.
İnsan, ancak nefsine muhalefet etmek suretiyle edebli olur. Şah-ı Nakşibend kaddesallahu sırrahu nefsini edeblendirmek için senelerce yolları temizlemiş, hasta insanları ve hayvanları tedavi etmiş, onlara hizmet etmiş. O hizmetin hürmetine öyle bir hale gelmiş ki, şöyle buyurmuş: “Ben kendimi bütün insanlara, cinlere, hayvanlara her şeye kıyas ettim, baktım hepsinden daha adiyim ve hepsinden daha mücrimim. Bu şekilde tefekkür yapa yapa bu hal bende öyle ziyadeleşti ki, nefsimle köpek pisliği aynı seviyededir diye düşünmeye başladım. Sonra öğrendim ki insanlar onu ilaç yapımında kullanıyorlar ve bir faydası vardır, ‘O da benim nefsimden iyidir’ dedim.”
Onun nefsine karşı muamelesi böyleydi. Nefsine hiç pay vermiyordu. Daime nefsine muhalefet ediyor, onu hayır üzere kullanmaya çalışıyordu. Nihayetinde o kendisini, yeryüzünün en acizi en hakiri görür olmuş.
O nefsini böyle küçük gördüğü için, Allah için tevazu yaparak insanlara ve diğer mahlûkata hizmet yaptığı için Allah’ta onu diğer insanların arasında böyle yüceltti. Şimdi doğudan batıya kadar herkes onu tanıyor. Yaptığı hizmetler hürmetine Allah-u Zülcelâl evliyanın seçkinlerinden kıldı onu.
İlk önce insanın nefis yok olacak. Niçin? Şeytanın başına helaki azabı, Allah’ın kahrını ne getirdi? Nefsi ve nefsinin edebsizliği getirdi. Oysa şeytan öyle bir ibadet yapmıştı ki melek olmadığı halde -o cinlerdendir- meleklerin seviyesine gelmişti. Allah-u Zülcelâl onu ateşten yaratmıştır fakat Melekler nurdandır fakat ibadeti ile onların seviyesine gelmişti. Demek sadece ibadet insanı muhafaza etmiyor.
Öyleyse kul nefsini yok edecek, Allah-u Zülcelâl’e karşı edepli olacak, kendini bilecek, “Benim nefsim hayrı istemez, nefsim kötüdür” diyecek. Rabbini bilecek; “Benim Rabbim kudret ve azamet sahibidir” diyecek ve ne yaparsa nefsi için değil Allah için, Allah-u Zülcelâl’in rızası için yapacaktır.
İnsan nefsini ancak islamla edeblendirebilir. Yani nefsinin dediklerini yapmayacak; Allah’ın emir ve nehiylerine uyacak, Hazreti Rasulullah’ın sünnetini yaşayacak. O ancak bu şekilde edeblendirilebilir. O namaz kılmak yada hayır yapmak istemeyecek ama sen Allah emrettiği için namaz kılacaksın. Ona muhalefet edip hayır işleyecek, hayra koşacaksın Allahu Zülcelal’in rızasını kazanmak için. Ama sen böyle yapmazda onun her istediğini yaparsan o da o zaman seni helak edecek. Kendisiyle beraber seni de cehenneme sürükleyecek…
İnsan edeble
muhafaza oluyor
İnsan, nefsine muhalefet ederek onu edeplendirirse Allah da onu muhafaza eder. Şeytan, Allah’a karşı edepsizlik yaptı; Allah da onu kahretti, hem dünyası hem ahireti hepsi gitti, neuzibillah…
Kuran-ı Azimüşşan’a bakarsanız hep adabdır, insanı edebli olmaya davet etmektedir. Mesela bakın, Allah azze ve celle Hz. Musa ve Harun’u Firavuna gönderirken; “Ona yumuşak söz söyleyin. Belki öğüt alır, yahut korkar.” (Taha: 44) buyuruyor.
Suphanallah, nasıl edeptir. Hâlbuki Allah biliyor, o imansız olarak gidecek, cehennemliktir, kafirdir. Bildiği halde Allah bize yol gösteriyor. Öyleyse bizlerde adabtan ayrılmayalım.
Adabtan ayrılmadığımız zaman Allah-u Zülcelâl’de bizi muhafaza edecek ve razı olacağı amel-i sâlihleri bize nasip edecektir. Eğer insan Allah-u Zülcelâl’e karşı, Peygamberimiz sallallahu aleyhi veselleme karşı ve müminlere karşı edepli olursa, Allah da ona hangi amel iyi ise onu nasip edecektir.
Mevlânâ kuddise sirruhu; “Gözünü aç da Allâh’ın kelâmına baştan başa bir bak! Âyet âyet bütün Kur’ân, edep tâliminden ibârettir!” diyor…
O yüzden Namazlarımızda, zikir yaptığımız zamanlarda veya her ne ibadet yaparsak edebli olalım, huzurlu olalım. Daima, “Ya Rabbi! Senin Rızan için bunu yapıyorum” diyerek niyetimizi tazeleyelim. O zaman Allah-u Zülcelâl namazdan hariçte de bizi huzurlu olarak, edepli olarak muhafaza edecek ve bütün salih amelleri nasip edecektir bizlere..
Allah-u Zülcelâl bizden nasıl razı olacaksa öyle olmayı nasip etsin, bizi kendi nefsimize teslim etmesin, hayırlarda kullansın. Amin.