TEVBE DE BAŞARILI OLMANIN ŞARTLARI
Günahtan tiksinmemek
neler kaybettirir ve kazandırır?
Tevbeye muvaffak olabilmek için sofiler birçok usuller tayin etmişlerdir; âdab kitablarından taleb edilir (detaylı bir şekilde bakılabilir). Burada mühim olan İlmî, fiilî ve hâlî olmak üzere sekiz sebebi beyan etmeyi münasib gördüm.
Tevbeye muvaffak olmanın, ilmî olarak üç sebebi vardır:
Birincisi, günahların kul ile Allah arasında perde olduğunu; kalbi Allah Teâlâ’nın sevgisinden gayra döndürdüğünü; ve bu yüzden Allah Teâlâ’nın gazab kapılarını açtığını bilmektir.
İkincisi, rücû’ edilen günahtaki hicabı bilmektir. Cahiller şöyle dursun, birçok ehli ilim dahi bunu bilemediklerinden, birçok günahlara düşerler; ve kendilerinin iyi bir şey yaptıklarını zannederler. Halbuki insan, kendisiyle mahbûbu ve ma’bûdu olan Allah Teâlâ’nın arasına giren hicabı bilmezse, Mahbûb’una ve Ma’bûd’una kavuşması imkansızdır. Bu cihetle günahtan tiksinmek, Allah Teâlâ’ya iman etmek şubesinden sayılmıştır. Yani tiksinmemek, imanın en büyük şubesini, Allah Teâlâ’nın sevgisini ve korkusunu kalbden siler. Tiksinmek de sevgisini celbeder.
Bu itibarla Müslim ve Buhârî’nin de tahric ettiği Ayşe radıyallâhu teâlâ anhâ’dan gelen bir rivayette Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu: “Gerçekte kul, “(günahının hicab olduğunu bilip suçunu) itiraf ederse, sonra da tevbe ederse; Allah Teâlâ Kendisi’ne dönüşünü kabul eder (ondan razı olur).” Çünkü itiraf, iki şeyi gerektirir: Birincisi, günahın hicab olduğunu; İkincisi, Allah Teâlâ’nın o hicabı ortadan kaldırıp afuvu ile mazhar edeceğini…
Tevbeye muvaffakiyetin İlmî üçüncü sebebi, kulun kendisinin bizzat nefsinde tevbeye muktedir olmadığını, Allah Teâlâ’nın kulunun kalbinde tevbeyi yaratıp, sebeblerini kolaylaştırdığını bilmesidir. Bu itibarla tevbe etmek, Allah Teâlâ’nın kudret sıfatına inanmak şubesine bağlanmış olur. Nitekim “…Sonra Allah (Teâlâ) onların dönüşlerini kabul eder; dönmeleri için..” mealindeki Et-Tevbe sûresinin 118’inci ayetinde bu beyan edilmiştir. Demek tevbeye muvaffakiyet, önce Allah tandır, sonra kuldandır, işte buna inanan kimse, Allah Teâlâ’ya yalvarır.
Fakir ve salihlerin duası
tevbede başarıya ulaştırır
Tevbeye muvaffak olabilmenin İki fiili sebebi vardır:
Birincisi, duası kabul olan zevata hizmet atmaktır. Tevbeye en çok bununla muvaffak olunmuştur. Bir fakire sadaka verirsin; duasını alırsın. Bir âlime hizmet edersin, duasını alırsın, özellikle ehli irşadın hizmetiyle.. Bu hususta menakıb kitablarında çok vukû bulmuş hikayeler vardır.
Münâvî’nin de naklettiği üzere, meşhur muhtasar sahibi şeyh Halil Mâlikî’nin şeyhi, kenefin temizlenmesi için dışarıya temizleyiciyi aramaya çıkmış; o sırada Şeyh Halil gelmiş; abdest tazelemeye çıkınca, “Nasılsa Şeyh hazır değildir, bâri ben burayı temizleyeyim.” demiş ve başlamıştır. Şeyhi dönüşte bir gencin sırtında sepet, elinde süpürge, kürek ve levazımlarıyla kenefi temizlediğini görünce ellerini kaldırıp; “Allah’ım, bu genç bizim kenefimizi temizledi; Sen de onun kalbini temizle.’ diye dua etmiştir, işte Şeyh Halil’in ameli, hepsi bu kadar. Şu ana kadar birçok insanlar onun fazlu kemâlinden faydalanmaktadır.
İmam Yâfiî diyor ki: “Birçok ayyaşlar suçlarını bildikten sonra, nefslerini ayak altına alarak meşayıhın (kamil mürşidlerin) hizmetine girdiler; ve Allah Teâlâ onlara sevgi kapısını açtı. Nitekim Ebû Yûsuf, imam Ebû Hanife’nin hizmetinde kusur etmediği için Allahu Teâlâ onu talebelerinin en meşhuru kılmıştır.”
İkincisi, seher vakitlerinde zikir ve istiğfarda bulunmaktır.
Kötüyü ve kötü arkadaşı
terketmeyen başaramaz
Hâli olarak da üç sebep vardır:
Bunun da birincisi, kötü arkadaşları bırakmaktır. Yani fısktan önce fâsıkı; isyandan önce âsiyi terketmektir. Bu terke muvaffak olmayan, iyi kimselerle arkadaşlığı devam ettiremez. Buna teberrî ve tevellî denilir. Yani kötü insanlardan kaçmak, iyilere sığınmak demek isteniliyor, iyi arkadaşı bulamayan, kâmil insanı, yani velî-i mürşidi bulamaz. Mesela bir hasta bir doktora gider, Allah ona şifâ verir; şâir hastalara doktorun maharetini bildirir; onların doktora gitmelerine vesile olur. Böylece iyi arkadaşın nasihatiyle veli-i mürşidi bulursun ve hizmetine devam edersin.
İkincisi, irşad yoluna engel olan sebepleri terketmektir. Nitekim imanın en üstün şubesi, kelime-i tevhiddir; en aşağısı, yolda eza cefa vereni temizlemektir; maddi olsun manevi olsun.
imam Gazâlî bu yola, “sohbet” ismini vermiş ise de, aslında hizmete girmek demek istemiştir.
Kâmil ‘tevbenin ruhu’
nedir? öğrenelim…
Terk, pişmanlık ve sarılmak şartıyla günahkâr; mü’min kardeşinin duasını aldı mı, Allah Teâlâ da buna mukabil tövbesini yani rücûunu kabul eder. Kabul ettiyse günahını setreder. Setrettiyse, salihlerin zümresine katar. O zaman sanki kendisi günah işlememiş gibidir. Nitekim İbnu Mâce, Tabarânî ve Beyhakî’nin tahric ettikleri, ibni Mes’üd’dan gelen mürsel bir hadiste şöyle buyrulmuştur: “Günahtan dönen bir kimse, günah işlememiş kimse gibidir.”
Tîbî diyor ki: “Burada mübalağa yoluyla, nâkısın (olgun olmayan, noksanlık sahibinin) kâmile (olgun kimselere) iltihakı (katılması) vardır; “Zeyd aslan gibidir” dediğimiz gibi. Nitekim tevbe eden bir müşrik, masum olan nebilerle muadil değildir, binaenaleyh masum olur demek değildir. Nefsi kırılır, zayıf olur, hevâ ve hevesi gider; çocukluk hevesleri gittiği gibi…”
Üçüncü sebep, günahlar takdirle olduğu gibi, tevbe ve afuvun da mukadder olduğuna inanmak şartıyla, tedariki mümkün olan taksiratını tedarik etmektir. Yani namaz, oruç gibi borçları ödemeye çalışmaktır. Tevbenin ruhu da budur.
Makbul olan nasuh
tevbenin şartları
Allah Teâlâ’nın hoşnut olduğu tevbenin ittifâkî beş şartı vardır:
Birincisi, yapmış olduğu günahı bilfiil terketmektir.
İkincisi, yapmış olduğu günahtan son derece pişman olmaktır.
Üçüncüsü, ikinci bir kez aynı günaha dönmemeyi azimlemektir (kesin karar verecektir ve tevbe ederken daha ben yeryüzünde yaşadığım sürece Allah’ isyan etmeyeceğim, günah işlemeyeceğim diye azimle niyet edecektir).
Eğer günahta bir insanın hakkı varsa, dördüncü şart olarak, hukuku sahibine iade etmektir. Hak sahibi yok ise mirasçılarına vermek, hakkı geri vermeye imkan bulunmazsa helalleşmek gerekir. Eğer kendisiyle kul arasındaki, zina gibi haklar ise, suçunu teşhir etmesi şart olmayıp, sadece “Büyük küçük hakkın bana geçmişse, kardeşim hakkını helal et.” der ve binaenaleyh kendisiyle Allah arasında tevbe eder, pişman olur.
Beşincisi, kazası mümkün olan, oruç, namaz ve hac gibi ibadetleri kaza etmektir. Kazanın vakti yoktur. Mesela özürlü özürsüz namazı terk eden kimsenin, tevbesi anından itibaren, eda hakkında ulaştığı vaktin farzını eda etmesi farz olduğu gibi, geçirmiş olduğu farzları da kaza etmesi farz olup tevbenin şartındandır. Namaz kazasını yapmayanın, eda hakkında tevbesi sahih olduğu halde, kaza hakkında sahih değildir.
Zamanımızda tevbe edenler, bu şartı ihlal etmektedirler. Namaz kazalarını yapmadan, habire nafileyle uğraşırlar. Bu doğru değildir; şeytanın tuzağıdır. Nafile ile tekarrub (kullukta ilerleme, manevi yakınlık), farzın ikmâlinden (yerine getirilmesinden) sonradır. Ancak Hanefî mezhebine göre, fıkıh kitaplarında beyan olduğu üzere, Hanefiyy-ul-mezheb bir kimsenin, kazaya borçlu olduğu halde nafileye niyet etmesi sahihtir; yani günahkâr olmaz. Hanefînin dışındaki müctehidlere göreyse, nafileyi işlemekle günahkâr olur. Mesela sabah namazını geçiren kimse, öğlenin sünnetini kılabilir; diğer müctehidlere göre kılamaz. Bu takdirde bir lira zekata borçlu olan kimsenin, bin lira sadaka vermesi merduddur. Hanefîlere göre merdud değildir. İttifâken, bir kimse zekat niyeti olmaksızın malının kısm-i a’zamîsini de sadaka verse, malının hepsini tasadduk etmedikten sonra zekat borcu sâkıt olmaz. Oruç da böyledir. Mesela namaz gibi farzları bile bile terketmekte iki günah vardır: Birincisi, farzı terketmek; İkincisi, farzı vaktinden çıkarmak yani tehir etmek.. Uyku, unutkanlık, hâsılı şer-î özrün dışında, bir farzı mesela namazı özürsüz tehir etmek büyük günahlardandır. Bu günah, kaza etmekle dahi afuv olmaz. Aynı zamanda, kazasız tevbeyle de afuv olmaz. (Yani hem kaza etmeli hem de akabinde tevbe etmelidir)
Kaza edilmesi, tehirinin; tevbe ise terkinin bedeli olur. Binaenaleyh, kazasız tevbe edenin, namazda tevbesi kabul değildir. Çünkü tevbenln birinci şartı, bilfiil günahı terk etmektir. Kaza etmeyen tehir günahından fiilen dönmemiştir.
Hangi cüretle “Namazı
kazaya bırak” derler!
Bazı serseriler, namazı kazaya bırak diyorlar.. Hele bir düşünelim.. Türkçede kaza ne demek?. Şimdi: “Arabaya kaza yaptır” denilir mi?! Acaba, namaz ellibin sene cezaya sebeb olurken, kazaya bırak nasıl denilebilir?! Bunlar namazın ne olduğunu, galiba idrak etmemişlerdir. Ümmetin ittifakıyla, tevbe, Allah’ın rızasını kazanmanın ilk kapısıdır. Tevbesi sahih olmayanın rızayı kazanması mümkün değildir. Allah Kendi fazlından afuv ederse, o, meselemizin dışındadır. Ya her bir vakte ellibin vakit ceza verirse? O da Kendisi’ne havaledir.
Hac, zekat ve orucun hükmü de namaz gibidir.
Nasuh tevbesinin olabilmesi için, yukardaki beş şartın tahakkuku şarttır. Anlaşıldı ki tevbe-i nasuh, kesinlikle pişman olmaktan, ma’siyete son vermekten ibarettir. Bu şartlarla birlikte emîr-ul-mü’minin Ali kerremallâhu vecheh şöyle demiştir: Tevbe, günahlardan pişman olunması; farzların iade edilmesi; hakların sahihlerine verilmesi yahud hak sahipleriyle helalleşilmesi; ikinci bir kez dönmemenin azimlenmesi; nefsin ma’siyette günaha alıştırıldığı gibi, taate alıştırılıp terbiye edilmesi; ve taatin acılığının ona tattırılması olmak üzere attı şartır.” Bu nasuh tövbesidir; ve sadıkların tövbesidir. Bu şekilde tevbe eden kimsenin günahları da taate çevrilir. İçte “Günahından tevbe eden, günah işlememiş gibidir.” mealindeki hadîsin hakikati burada anlaşılmıştır.
Amma Ibnu Hazm’ın: “Bir içkicinin günah işlemesi zamanında ödemiş olduğu farzları da iade etmesi gerekir’’ demesine, Hazreti Ali’nin sözü delil olmaz. Çünkü Hazreti Ali’nin “farzların iade edilmesi ” sözünden maksadı, ödenmiş farzlar değil, terkedilmiş farzlardır. Allah Teâlâ kuluna Et-Tahrîm sûresinin 8’inci ayetinde tevbe-i nasûhu emreder: “Ey iman edenler, samimi ve gerçek bir dönüşle Allah’a dönün…”
Allah Teâlâ bu şartlarla tevbe eden kimseye rıza kapısını açar; ondan razı olur; hatasını örter. Sonra böyle tevbe ettiği halde bir kimsenin ikinci bir kez kayması mümkündür, olabilir. Olduğu takdirde, önceki tevbeyle afuv edilmiş günahlarının iadesini gerektirmez. Önceki tövbeyle, önceki günahlar silinmiştir, mağfiret olmuştur; ikinci bir kez dönmez.
Samimi tevbe ve Allahu
Zülcelâl’in mağfireti
Müslim ve Buhârî’nin de tahric ettikleri Ebî Hureyre’den gelen bir rivayette Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem, Rabb’inden naklen şöyle buyurdu: “Hakikaten bir kul bir günah işledi. Akabinde (nasuh tevbeyle): ‘Ey Rabbim, günah işledim; onu mağfiret et’ dedi. Onun Rabb’i (meleklere): ‘Kulum, gerçekte kendisinin bir Rabb’i var; günahları mağfiret eder; onunla yakalar diye bilmiştir inanmıştır). Kulum için mağfiret ettim’ dedi. Sonra (kul) Allah’ın dilediği kadar durdu. Sonra bir daha günah işledi. Akabinde (nasuh tövbeyle): “Ey Rabb’ım, bir daha günah işledim; onu mağfiret et’ dedi. Bunun üzerine (Allah meleklerine): ‘Kulum, gerçekte kendisinin bir Rabb’i var; günahları mağfiret eder; onunla yakalar diye bilmiştir (inanmıştır). Hakîkaten Ben Kulum İçin mağfiret ettim’’ dedi. Sonra (kul) Allah’ın dilediği kadar durdu. Sonra bir daha günah işledi. Akabinde (nasuh tevbey le): ‘’Ey Rabb’im, bir daha günah işledim; benim için onu mağfiret et’’ dedi. Bunun üzerine (Allah Teâlâ meleklere): ‘Kulum, gerçekte kendisinin bir Rabb’i var; günahları mağfiret eder; onunla yakalar diye bilmiştir (inanmıştır). Kulum için mağfiret ettim. Dilediği şeyleri işlesin, dedi.”
Bu ve benzer hadis-i şerifler, kulun günahı defalarca tekerrür etse bile yine tevbesinin kabul edileceğine delildir. Bütün günahlarına birden tevbe etmek dahi mümkündür; teker teker günahlardan tevbe mümkün olduğu gibi…
Kurtubî diyor ki; “Her ne kadar tevbeden sonra günaha dönüş, önce günah işlemekten daha çirkin ise de, yine de önceki tevbeyi bozmaz. Çünkü ikinci kez tevbeye dönüş, birinci kez tevbeden daha güzeldir. Hele hele, “Ey Rabb’im, bir daha günah işledim” ifadesi itirafın ifadesidir. Binaenaleyh bu hadis, nasuh tevbeyle istiğfarın faydasının büyük olduğuna ve Allah Teâlâ’nın rahmet ve ihsanının genişliğine delildir. Lâkin istiğfarın, dille birlikte manasının da (pişmanlık, işlememeyi azimleme ve kazası gerekli olanları kaza etmenin) kalpte yer etmesi gerekir. Tâ ki istiğfar düğümleri bununla çözülsün ve pişmanlık hâsıl olsun. Yoksa sadece dille “Estağfirullah” demek ve kalbiyle o günahta ısrar etmek kasdedilmemektedir. Zira böyle bir istiğfar da, istiğfara muhtaçdır.”
Aliyy-ul-Kâri diyor ki: “Yukardaki hadîste itiraf, istiğfar yerinde zikredilmiştir. Mağfiretinin sebebi, kulun itirafıdır. Lâkin itirafta beraber istiğfar da gerekir. Yani itiraf ve istiğfar şarttır.”