Tasavvufun gayesi ‘İhsan Makamı’
“Sana vahyolunan kitabı güzel güzel oku ve namazı kıl, sahih namaz, edepsizlikten ve uygunsuzluktan nehyeder ve her halde Allah’ın zikri en büyük iştir ve Allah her ne işlerseniz bilir.” (Ankebut, 45)
İhsan eksikliğinin
neticeleridir yaşadıklarımız
Kıldığımız namaz bizi hangi kötülükten alıkoyuyor? Nefsimizin kötü hallerinden hangisini terk ettik? Nefsimizi muhakemeye tabi tutsak; eminim ki bu iki sorunun cevabı -kendi adıma söylüyorum, siz muhterem okuyucularımızı tenzih ederim- kocaman bir ‘hiç’ olacaktır.
Kötülüğü her daim emreden nefsimizde; kibirden riyaya, gıybetten bühtana, envai çeşit ahlâk-ı zemime hala mevcut. Peki, tasavvuf berzahı ile ulvi ve kudsi âlemlere seyran etmeyi, hayatının ana maksadı haline getiren bir insanda bu hallerin olmasının sebebi nedir? Elbette ‘ihsan’ın eksikliği…
‘O’nu görüyormuşçasına…’
Kelime anlamı itibarîyle iyilik, güzellik anlamlarına gelen ‘ihsan’ kavramı; Cibril Hadisi ile asıl mefhumunu bulmuştur. Sahabelerden Dihye bin Halife suretinde Efendimize gelen Cebrail aleyhisselam, Efdalül Beşer Efendimize sallallahu aleyhi veselleme “İhsan nedir?” diye sormuş ve Efendimiz (sav) de “Görüyormuşçasına senin, Allah’a ibadet etmendir; sen O’nu görmesen de O seni görüyordur.” (1) cevabında mündemiçtir. Ehl-i Sünnet’in kametlerinden Seyyid Şerif Cürcani ise ihsanı; müminin basiret nuruyla, Âlemlerin Rabbinin huzurunda olunduğu şuuru olarak tarif eder. (2)
Her an, Âlemlerin Hâlıkı’nın huzurunda bulunduğu idraki ve bilincinde hareket eden bir mümin günah işleyebilir mi? Nefsin girift koridorlarında dünyasını heba ve ahiretini berbad edebilir mi? Elbette hayır!
İhsan makamına ermiş; kalp ikliminde ihsan sırrına ulaşmış mümin, her an hesaba çekileceğinin bilincinde hareket eder; solundaki meleklerin bir şey yazmaması için aldığı her solukta, işlediği her harekette titizlerin ötesinde bir titizlik sergiler. Böyle bir kimsenin kıldığı namaz da namazdır. İnsanı kötülüklerden alıkoyan namaz haline; ancak ihsan sırrına vakıf bir kalp ile ulaşılır. O namaz da kişinin Miracı’dır. (3) Miraç şuuru ile kılınan namaz ile taklitten tahkike; tahkikten şuhud zirvelerine ulaşır.
Allah’ın muhsin
kullarının halleri
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem ihsanı, sadece ibadet ve taate has kılmamış; bilâkis hayatın her anına yaymıştır. “Allah, her şeye karşı ihsanı kabul etmiştir; öyle ise öldürürken ihsan ile öldürün! (Bir hayvanı) boğazlarken ihsan hissi ile boğazlayın (yani) bıçağınızı iyi bileyin ve keseceğiniz hayvanınızı rahat ettirin.” (4) ferman-ı Nebevi’si, bunun aşikare bir göstergesidir. Hadis-i şerifte beyan buyrulan öldürme; müstahak olan kişilere matuftur. Hayvan kurban ederken dahi canını yakmama düsturu ile hareket eden bir salik, hiç bir insanı incitebilir mi?
Rahmet dolu ihsan bulutlarının; oluk oluk yağdığı; zikrin cilâladığı bir kalbe sahip muhsin (ihsana ermiş, ihsan makamına ulaşmış) kul; kendi nefsine yapılan her türlü haksızlığa ve zulme dahi ihsanla, iyilikle mukabele eder. Hüsn-ü zan ikliminden, soluğu müsamaha nefesleri; kalbinde Hazreti Osmanvari (radıyallahu anh) hoşgörü kandilleri yakar. Hoşgörü kandilleri en katı kalpleri dahi yumuşatır.
Ancak bu hoşgörü, sadece beşeri meselelerdedir. Din ve diyanet söz konusu olduğunda, o muhsin kulun en ufak bir pervası yoktur. Hilmin, yumuşaklığın ve ağırbaşlılığın en müstesna örneklerini sergileyen muhsin kulun; dinine ve diyanetine dokunulduğunda, pervasız bir cengâver, sırtı yere gelmez bir pehlivana dönüşür.
İhsan halini bozan sebepleri ise asrımızın kalp doktorlarından Seyda Muhammed Konyevî Hazretleri, şeytanın vesvesesi, nefsin arzuları ve dış dünyanın etkileri olarak sınıflandırmaktadır. (5)
Günümüzde ümmetin baş belâsı haline gelen dünyevîleşme virüsü, iliklerimize kadar işledi. Ehl-i dünyadan, kalp iklimimize sirayet eden bu virüs; öteden beri kötülüğe ve günaha meyilli nefislerimizi şahlandırıyor; şeytanla beraber, bizleri ihsan şuurundan ötelere savuruyor. Bir bakıma, Fatiha Suresi’ndeki “iyyake na’budu” (yalnız sana kulluk ederim) sırrı, tasavvufun ana hedeflerinden birisini oluşturuyor.
Geçici değil daimi huzur esas
İmam-ı Rabbanî ise ihsan halini, Mektubat’ın genelinde “hakkal yakin” makamı ve “huzur-u tâm” ile alâkalandırır. Salik yola, ilim ile çıkar ve “ilmel yakin”e doğru ilerler. Nakşî yoluna ait sair adap kitapları, özellikle de Mektubat incelendiğinde, Hakka vuslat yoluna çıkan saliğin ilk yapması gereken, Ehl-i Sünnet akaidini öğrenmek ve itikadını buna göre tashih etmesidir. Ruhun tekâmülü ve kalbin ilham-ı rabbanîye mazhar hale getirilmesi ile tecelli eden “aynel yakin” makamı, saliki ulvi makamlar ile tanıştırsa da yeterli değildir.
İmam-ı Rabbanî Hazretleri, bu noktada huzur halinin gelip geçici olduğunu; berk/şimşek gibi arada vurup geçtiğini belirtir. Bu gelip geçici huzur halinin ise büyüklerin nazarında kıymeti yoktur. Çünkü bu yolun büyükleri, devamlı olmayan huzur halini nakıslık saymışlardır. Fuyuzat-ı Rabbanî’nin şimşek gibi anda gelmesi; saliki uyanıklık halinden manevî sarhoşluğa düşürür. Şathiye dediğimiz, Hallac-ı Mansur gibi kimi velilerden sadır olan, zahiren şer-i şerife mugayir sözler de bu tecellinin zuhura gelmesi esnasında sarf edilir çoğu defa.
“Aynel yakin” halinden açılan bir pencere ile salik; ötelerin ötesini arzu eder. Dosta kavuşma arzusu, “cemali ba kemali müşahede” iştiyakı arttıkça ihsan/huzur hali mükemmeliyet kesbeder. “Hakkal yakin” “cemali ba kemalin müşahadesi” ile de salikte “huzur-u tam” vuku bulur. Feyzin akışı devamlı hale gelir. Bu ise Kemalat-ı Nübüvvet usulünden giden büyüklere mahsus bir haldir.
Murakabe’nin önemi
Bu halin kazanılmasında ise en büyük pay Nakşî yoluna ait Murakabe derslerin sayesindedir. Özellikle “Akrebiyyet Murakabesi” ile salik, Mevlâ Teâlâ’nın kuluna şah damarından daha yakın olduğunu hücrelerinde hisseder. Bu bilinç ile dolan; derviş, artık ötelerin ötesine açılır. Bir üveyik gibi kalp ikliminin uçsuz bucaksız vadilerinde seyran eder, tecelliyat-ı Rabbanî ile hayret makamının gülü olur.
“(Allâh’ım!) Sen’i lâyık olduğun şekilde medh ü senâdan âcizim! Sen kendini nasıl medh ü senâ etmişsen öylesin!” (6) şeklindeki Nebevî dua, hayret makamında salikin diline pelesenk olur. Yapabildiği her senayı, her medh kelimesini, her övgü ibaresini, salik nakıs görür. “Hakkel yakin” vuku bulmuş; “cemali ba kemali müşahede” etmiş; kalp, müşahede ile hayret makamının bülbülü olmuştur. O sonsuz kudret, o namütenahi azamet, o idraki mümkün olmayan müşahadenin muhatabı nasıl övülebilir ki? Övmeye kelimeler yetmez, diller kelimelerini unutur, akıl durur…
‘Ah! O ihsan meclisleri…’
İşte bu hale, Nakşî yolunun büyükleri “Huş der-Dem” olarak isimlendirirler. Alınan her nefeste, kalbin sürekli uyanık olmasını kast eden bu lâfız, bir nefesten diğerine geçerken, bir an bile Allah’tan gafil olmamanın adıdır. Aldığı her nefeste Allah’ın rızasını düşünerek hareket edilir.
Masivanın; ihsana ermiş bir kalpte işi yoktur. Muhsin bir kalp sahibinin malayani ile münasebeti yoktur. Söyledikleri hep O’na dairdir. Gıybet, iftira, dedikodu gibi günahlar, O kalp sahibinin bulunduğu meclislere giremez. O’nun meclisleri, ilmin konuşulduğu, ilmin marifetullaha eriştiği, marifetullahın muhabbetullahı zuhur ettirdiği meclislerdir.
İhsan sahibinin bulunduğu meclisler, ruhun cuşu huruşa geldiği, kalbin huzura erdiği, katre katre ‘sekine’nin imanları tezyid etmek için kalplere boşaldığı meclislerdir. Allah cümlemizi böyle meclislerden ayırmasın.
Dipnotlar: 1) “Buhârî”, iman 37. 2) Seyyid Şerif el-Cürcani, “Ta’rifât”, l2. 3) Fahreddin er-Razi, “Tefsîru’l-Kebîr”, c: 1, s: 226. 4) Müslim, Sayd 57; Tirmizî, Diyât 14. 5) Seyda Konyevî, Asrımız Meselelerine Fetvalar, Reyhanî Yayınları. 6) Müslim, Salât, 222.