Tasavvuf Nedir?

  • 09 Ekim 2016
  • 1.494 kez görüntülendi.
Tasavvuf Nedir?
REKLAM ALANI

Tasavvufu Bilmek İçin Gayelerini Anlamak Lazım

Tasavvuf, emir ve nehiy tahtında sabretmektir.
Tasavvuf, isterse kovsun, sevgilinin kapısına baş koymaktır.

Tasavvuf nedir, ne değildir?
“Tasavvuf nedir?” sorusuna karşılık sayısız tanım ve tarif yapılmıştır. Şüphesiz bu kadar çok tanımının olması onun bir hal ilmi oluşundandır. Her veli kendi haline göre tasavvuf nedir sorusuna cevap vermiştir.

REKLAM ALANI

Fakat bir bilgi ve aşinalık olması açısından şu tanım sorumuza yetecek bir cevap hükmündedir.

Tasavvuf; ebedî saadete ulaşmak amacıyla, zâhirîn (insanın dışa bakan yönünün) ve batının (iç aleminin, gönlünün, kalp dünyasının) tamir; ahlakın tasfiye ve nefsin tezkiye hallerini içine alan mânevî bir ilimdir.

Tasavvufun genel tanımını ise şu tarifle ifade edebiliriz: “İslam Dini’nin getirdiği hükümlerin, müslüman şahıs tarafından, zahîrî ve bâtınî yönleriyle birlikte, ruhsatlardan faydalanmaksızın, azimet ve takva üzere tatbik edilmesidir.”

Tasavvuf rûhî bir hayat olduğu için hakikatte; bizzat yaşamak, hissetmek ve halleriyle hemhal olmak sûretiyle anlaşılabilir ve anlatılabilir. Tasavvuf kitaplarında rastladığımız farklı anlatımlar ve izah tarzlarının asıl sebebi de budur. İslam Alimleri, kendi rûhî-manevî hayatlarına göre tasavvufu tarif ederken; bazıları bidayet (başlangıç) halleriyle, bazıları nihayet (sondaki) halleriyle, kimi zaman alametleriyle, kimi zaman da asıl ve esaslarına göre tarif etmişlerdir.

Her nekadar farklı izah tarzlarıyla karşılaşsak da ifade edilmek istenen manada birleşmektedirler. Hakikatte tasavvuf; Allah-u Zülcelal’in istediği mümin sıfatlarına bürünmek, ve Allah-u Zülcelal’in azim bir ahlak ile ahlaklandırdığı, Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin ahlaki ile ahlaklanmaya çalışmaktır.

Tasavvuf öyle bir ilimdir ki batıl onun ne ardından gelebilir, ne de önüne geçebilir. O’nun ne önünde, ne de ardında hiç bir eğrilik yoktur. Çünkü tasavvuf, nübüvvet kandilinden alınmış bir nurdur. Nübüvvetin ötesinde ise bizim için alınacak bir nur yoktur. (Bir şey sünnete uyarsa alırız yoksa reddederiz!)

Tasavvufun gayeleri
Tasavvuf, İslam Dini’nin üzerine inşâ edildiği üç temel mefhumdan biri olan “İhsan”ı kendine gaye edinmiştir. O halde “İhsan”ın ne olduğunu anladığımız zaman, tasavvufun özünü ve gayesini de daha iyi anlamış olacağız.

Seyyid Muhammed Gamari (kuddise sirruhu) Hazretlerine, “Tasavvuf vahy-i semavî midir?” diye tasavvufun kaynağı ve özü hakkında bir soru sorduklarında; “Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi veselleme vahy-i semâvî nazil olduğu vakit, tarikat da onunla beraber, esas olarak kurulmuştur. Çünkü tasavvuf, şüphesiz ihsan makamıdır.” şeklinde sorulan soruya cevap vermiştir.

İhsan makamı
İhsan mefhumunu, bizzat hadis-i şeriflerde görmekte ve açık bir şekilde izah edildiğine şahit olmaktayız. Hz. Ömer radıyallahu anhın rivayet etmiş olduğu bir hadis-i şerif (Cibril Hadisi diye bilinir) şöyledir: “Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem)’in yanında bulunduğumuz bir sırada, bir de baktık ki elbisesi bembeyaz, saçları simsiyah, üzerinde yolculuk yaptığına dair hiçbir alâmet olmayan ve hiçbirimizin tanımadığı bir kimse geldi. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem)’in yanına (varıp) oturdu. Dizlerini dizlerine dayayıp ve her iki avucunu iki uyluğu üzerine koyup:

– Ya Muhammed! İslam nedir? Bana söyler misin? dedi. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem):

– AIlah’tan başka hiç bir ilah ve mabud-u billah olmadığına ve Muhammed (sallallahu aleyhi vesellem)’in O’nun resulü olduğuna şehadet etmen, namazı ikâme etmen, zekâtı vermen, Ramazanda orucu tutman ve yoluna gücün yeterse, Beytullah’a Hacc etmendir” buyurmuştur. 0 (yabancı kimse):
– Doğru söylüyorsun, dedi.  Biz onun bu haline, hem Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)’e soruyor, hem de O’nu tasdik ediyor, diye hayret ettik. Ondan sonra;
– Bir de iman nedir? Bana söyler misin, dedi. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem):
-İman; Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe iman etmendir. Bir de hayır, şer ve kadere iman etmendir, buyurunca yine:
– Doğru söylüyorsun, dedi. “Ve İhsan nedir? Bana söyler misin?” diye tekrar sordu. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) de:
– İhsan, Allah’a sanki görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Zira sen onu görmüyorsan o seni görüyor buyurdu. O yine:
– Doğru söylüyorsun. dedi…

Ve bu yabancı kimse gidince Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) bir müddet durdu: “Ya Ömer! Bilir misin o soran kimdi?” dedi. “Allah ve Resûlüllah bilir” dedim. O zaman buyurdular ki: “O, Cebrail idi. Size dininizi Öğretmek için geldi.” (Müslim; Kitabül İman)

İşte Hz. Ömer radıyallahu anhın rivayet etmiş olduğu bu hadis-i şerifte, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem bize İslam Dininin üç rükun üzerine olduğunu bildirmiştir:

  1. İslam: Zâhirî azalara taalluk eden amellerdir. (namaz, oruç, hac, zekât)
    2. İman: Allah’a meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe, kaza ve kadere iman etmek gibi kişinin itikadına taalluk eden amellerdir.
    3. İhsan: Bu da murakabe ve müşahede’ye taalluk eden amellerdir. Bu ihsan makamı, manevi huşu ve huzur içerisinde Allah’u Zülcelâl’e ibadet ederek kalbin temizlenmesine işaret etmektedir. Bundan dolayı ihsan makamı olmazsa dinin bir kısmını eksik bırakılmış olur.

Şöyle ki; bu hadis-i şerifte açıkça, kulun bütün ibadet ve kulluk görevlerini yerine getiren yani hayatının her anında, Allah-u Zülcelal’in kendisini gördüğünün, işittiğinin ve bildiğinin şuurunda olması gerektiği beyan edilmektedir.

Kulu, ihsan makamından
uzaklaştıran saikler
İşte, kişinin bu ihsan halini bozan sebepler; şeytanın vesvesesi, nefsin arzuları ve dış dünyanın etkileridir. O halde, bu tesirlerden kurtulmamız gerekmektedir ki ihsanı yaşayabilelim. Bu tesirlerden kurtulma yolu ise bunların sebeplerini, insana nasıl tesir ettiklerini ve bunlara karşı ne gibi tedbirler alınması gerektiğini; kısaca bu marazi durumun teşhis ve tedavisini bilmemiz gerekiyor.

Şüphesiz ki bu konu bir müslüman için en önemli konudur. Zira kulluğun temel mihengi, her yaptığını, her anını Allah rızası için yapabilmektir. İşte bu da tasavvuf ilmini zorunlu hale getirmektedir.

Burada bir meseleye daha açıklık getirmekte fayda var. Denilebilir ki kişinin ihsanı yaşamasına zarar veren tesirleri, ayet hadis ve alimlerin kitaplarından öğrenip teşhis ve tespit edebiliyoruz. Evet bu bir yere kadar doğrudur. Ancak bu marazları tedavi etme usulü ve kurallarını inceleyen ilim ise tasavvuftur. Zira birer tasavvuf mütehassısı olan Mürşid-i Kamil; hem bu konulardaki zâhirî ilmini, hem tecrübelerini ve hem de bâtınî yolla Allah-u Zülcelal’in verdiği manevî ilmi kullanarak kişiyi tedavi etmektedir.

Tasavvufun önemi
Tasavvufun insan için önemini ve İslam dininin bir rüknu olduğunu şöyle ifade etmek mümkündür: Ashab-ı Kiram, tabiîn ve Tebe-i Tabiîn İslam aleminin en hayırlı insanları olarak kabul edilmiş, bunun böyle olduğunu, bizzat Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem açık olarak bildirmiştir: “İnsanların hayırlısı benim devrimdekilerdir. Sonra bunların arkasından gelenler ve onların arkasından gelenlerdir. Ondan sonra yalan yayılacak, onların sözlerine ve fiillerine itimat etmeyin” (Buhari Kitâb’us-Şehadet Muslim Kitab’ul Fedailis Sahabe)

Bu konu da evliyaullah’tan Abdülaziz Debbağ Hazretleri kuddise sirruh de Şöyle buyurmuştur. “Bu insanlar (Ashab-ı Kiram ve Tabiîn) hep Hakk’a bağlı, daima Hak’tan bahseden, uyandıkları zaman zikirle uyanan ve hareketleri ile Hakk’la beraber olan insanlardı. Müstesnası pek nadirdir.”

Ashab-i Kiram ve Tabiîn esasen özlerinde saf oldukları için onlarda hayır da çoktu. Vücütlarında, alınlarında, Hakk’ın nuru parlardı. Onlarda ilim zahir olmuş, görünür hale gelmişti. İçtihad derecesine ulaşmışlardı. Bu insanlardan sonra zulmet, Ümmet-i Muhammed’i boğmaya başladı. Niyetler bozuldu ve arzulara fesat karıştı. İşte, bu Selef’in adet ve yaşayışlarından uzaklaşılmaya başlandığı için tasavvuf ve tarikat insanlar için zorunlu hale gelmiştir.

Şer’i sorumluluk iki kısımdır;
1-Zâhiri amel,
2-Bâtınî amel,

Zâhirî amel; kişinin cismi ve azalarının yerine getirmesi gerekli emirler ve nehiylerdir. Bunlar, namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, zina yapmamak, hırsızlık yapmamak, içki içmemek gibi sorumluluklardır.

Bâtınî amel denilen; Kalbe yönelik olan emir ve nehiyler, birinci kısma binaen daha önemlidir. Çünkü insanın maneviyatı, zâhirî amellerine temel oluşturur. İmansız olarak yapılan ibadetin yerini bulması beklenebilir mi? Bunun için manevi amel, zâhirî amelden daha önemlidir. Nitekim Allah-u Zülcelâl, âyet-i kerimede şöyle buyurmuştur; “… Kim Allah’ın Rahmetine müstehak olmak için Rabbiyle karşılaşmayı temenni ediyorsa salih amel yapsın, Allah’a ibadette şirk koşmasın.” (Kehf; 110)

Allah-u Zülcelâl bu ayet-i kerimede kalbi halis tutmayı emretmektedir. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem de Ashab-ı Kiram’a kalbin ıslahını emretmiş ve kalplerini o cihete “teveccüh” ettirmiş, yönlendirmiştir. Bunun için kalbin gizli olan hastalıklardan temizlenmesinin gerekliliğini bildirerek şöyle buyurmuştur: “Uyanık olun, insanın cesedinde bir et parçası vardır. Eğer o et parçası iyi olursa, bütün vücut iyi olur. Eğer o fesada uğrarsa bütün vücutta fesada (bozulmaya) uğrar. Dikkat edin o da kalptir.” (Buhari; Kitab’ul İman, Müslim; Kitabu’ul Miseka)

Kalp nazargâh-ı ilahidir; insanlar değerlendirmeye tabi tutulurken insanların kalplerine bakılır.

Kalbin temizlenmesi şart
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem bu konuda şöyle buyurmuştur: “Muhakkak Allah sizin cesetlerinize, suretlerinize bakmaz. Tam tersine, kalplerinize bakar.” (Muslim; Kitabu’l Ber ve Sıla)

Bu hadis-i şerifte kalbin ıslahı için teşvik, kalbin temizliği için emir vardır. Öyle ise bizlere düşen görev, kalbimizdeki kötü sıfatları izale edip, yerine güzel ahlak ve Allah-u Zülcelâl’in hoşuna gidecek sıfatları yerleştirmektir. Çünkü insanın Allah’a karşı salih olabilmesi için kalbinin ıslah olması şarttır.

Allah-u Zülcelâl bir âyet-i kerimede; “O gün ne mal, ne de oğullar fayda vermez; Ancak Allah’a selim bir kalble gelen (fayda görür).” ( Şûara; 88-89 )

Başka bir âyet-i kerimede ise; “İnsanların kalplerinin Allah’ı anması ve O’ndan inen gerçeğe, içten bağlanması zamanı daha gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar; onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı, çoğu yoldan çıkmış kimselerdir.” (Hadid; 6)

Bunun için insan kalbini kötü sıfatlardan, manevi hastalıklardan temizlemelidir. Bu kalb temizliği de ancak tasavvufu yaşamakla mümkündür.

Tasavvufun ilk şartı, kalbi Allah’ın zatından başka her şeyden temizlemektir. Bunun anahtarı ise kalbi, Allah’ın zikrinde istiğrak (zikir nurunun kalbi kaplaması) haline vardırmaktır.

Evet, şânı anlatıldığı gibi olan bu tasavvuf yolunda, nasıl şüphe izi aranır. Bütün mümin kardeşlerimizi akılları ile şuurlu olarak düşünmeye davet ediyoruz. İslam’ın temel rükunlarından biri olan “ihsan makamını” yakalamak, ancak onun alameti olan tasavvufla mümkündür.

Tasavvuf, emir ve nehiy tahtında sabretmektir.
Tasavvuf, isterse kovsun, sevgilinin kapısına baş koymaktır.

Not: Bu yazının hazırlanmasında Seyda Muhammed Konyevi Hazretlerinin “Ayet ve Hadisler ışığında TASAVVUF” isimli eserinden faydalanılmıştır.

REKLAM ALANI
ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

BİR YORUM YAZ