TARİHİ ARKA PLANIYLA ‘IRKÇILIK’

  • 18 Ekim 2015
  • 943 kez görüntülendi.
TARİHİ ARKA PLANIYLA ‘IRKÇILIK’
REKLAM ALANI

İbret alınmazsa tarih tekrarlanır

Tarih yazıcılığı çok eski çağlara kadar uzanır. Tarih yazmanın ve tarih okumanın faydası gözden uzak tutulamaz. Tarih okumanın en önemli faydası, şüphesiz tarihten ibret almaktır. Ancak ne acıdır ki, tarihten her zaman ibret alınmaz. İbret alınmadığı için de isimler, coğrafyalar değişse de “olaylar” tekrarlanır durur. Bunun içindir ki, Şair Mehmed Âkif, ‘Tarihi tekerrür’ diye tarif etmiş ve “Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?” demek zorunda kalmıştır.

Tarihten ibret alınmayan, güncel konulardan birisi de hiç şüphesiz ırkçılıktır. Türkiye insanının başı uzun yıllar “ırkçılık” hastalığıyla ağrımıştır. Tarihten ibret alınmazsa, ağrımaya da devam edecektir.

REKLAM ALANI

Elbette biz bu yazımızda insanlık tarihi boyunca ırkçılığı ele alamayız. Bunun için konu sınırlamasına giderek genel olarak İslam tarihinden; özelde ise Osmanlıdan ve Türkiye Cumhuriyetinden örnekler vermeye çalışacağız…

Eğer tarihten, ırkçılığın yerle bir ettiği devletlerden ibret alınmazsa, Allah korusun bugün veya yarın aynı sonuçla karşılaşmak kaçınılmaz olabilir.

Cahiliyye devrinin ırkçılığı ‘Kabilecilik’

İslamiyetten önce Araplar arasında yaygın olan kötü alışkanlıklardan birisi de ırkçılıktı. Aslında bu insanlar çoğunluk itibarıyla Arap kavmindendiler. Haliyle mesele, Arap ırkının diğer ırklarla rekabeti, çekişmesi değildi. O dönemde yürütülen ırkçılık, “Kabile(cilik) asabiyetine” dayanıyordu. Mesela Peygamber Efendimiz Kureyş kabilesine mensuptu. Fakat Kureyş kabilesine mensup olan alt oymaklar vardı. Mesela Haşimoğulları Kureyş’in bir oymağını oluştururken; Ümeyyeoğulları diğer oymağı oluşturuyordu. Her ikisi de aynı kabileye mensup bu iki “akraba” soy arasında ileri derecede bir “kavmiyetçilik” vardı. Öyle ki Haşimoğulları arasından hak bir peygamber çıkınca, Ümeyye oğulları bunu kesinlikle “hazmedemedi.”

Bu sülalenin mensupları derhal Hz. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizi yalanladı. Bununla da kalmayıp Allah’ın Resulüne karşı ileri derecede düşmanlık beslediler. Bu durum yaklaşık olarak yirmi yıl sürdü. Çevre kabileler Müslüman olunca Ümeyyeoğulları da “çar naçar” çaresizlik içerisinde Müslüman oldular. Fakat bu, onların ırkçılıktan vaz geçtikleri anlamına gelmiyordu.

Arap yarımadasındaki ırkçılık sadece Haşimioğulları-Ümeyyeoğulları çekişmesinden ibaret değildi. Diğer kabileler arasında da son derece yaygındı. Mesela Medine’de Evs ve Hazreç kabileleri, ırkçılık/kavmiyetçilik sebebiyle birbirlerini yiyorlardı. Kavmiyetçilik hastalığıyla kıvranan Araplar, kendi kavimlerini göklere çıkarırlarken, diğer kabileleri yerin dibine geçiriyorlardı.

Irkçılık sebebiyle “dilleri kılıçtan keskin” olan şairler toplumlarında çok büyük değer görüyor, adeta millî birer kahraman olarak görülüyordu. Şairin bir sözüyle taraflar birbirlerine giriyor, hiç uğruna bir anda pek çok kişi ölüyor; kadınlar dul, çocuklar öksüz, anneler yavrusuz kalıyordu. Rabbimiz onların bu çirkin davranışlarını, yine bir kavmiyetçilik kavgası esnasında indirdiği âyette şöyle dikkat-i nazara veriyordu: “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşmandınız da O, gönüllerinizi birleştirmişti. Onun nimeti sayesinde kardeş olmuştunuz. Yine bir ateş çukurunun tam kenarında iken sizi oradan O kurtarmıştı.” (Âl-i İmrân; 103)

Emeviler Irkçılık sebebiyle yıkıldı

Peygamber efendimizin vefatının hemen sonrasında Esvedül Ansî, Tüleyha bin Hüveylid, Secah bint-i Haris ve Müseylimetü’l-Kezzap gibi peygamberlik iddiasında bulunan yalancılar çıkmıştı. Bu yalancılardan Müseylime’ye tabi olan Talha isimli birinin onun için söylediği söz, hem o dönemdeki ırkçılığın boyutunu hem de ırkçılığın insanı sürüklediği tehlikeyi gözönüne sermesi açısından gerçekten de çok dikkat çekicidir. O şöyle söylüyordu, “Senin yalancı olduğunu biliyorum. Fakat Rebia oğullarından bir yalancı, bizim için Mudarların doğru olan peygamberlerinden daha iyidir.”

Emeviler devrinde, 1400 yıl geçmiş olmasına rağmen açtığı yara hala sarılamayan ve Kerbela ismiyle “kara bir leke” olarak tarihe geçen bir olay yaşandı. Kerbela olayının arka planında da kavmiyetçilik hastalığı vardı. Ümeyyeoğullarına mensup Yezid, Haşimoğullarına mensup Hz. Hüseyin gibi bir “Peygamber torununu” Kerbela’da hunharca şehid ettirdi. Hatta Yezid’in gözü dönmüş ordusu, sadece onu değil, kadınları; süt emen çocukları dahi hunharca öldürebilmişlerdi. Aslında bu vahşet, geçici olarak üzeri küllenen Haşimoğulları-Ümeyyeoğulları çekişmesinden, kökü geçmişe giden bir hesaplaşmadan başka bir şey değildi.

Gerek Meşrutiyet, gerekse Cumhuriyet devrinde ırkçılıkla mücadele eden Üstad Saidi Nursi rahmetullahi aleyh, “Irkçılığın tarihte pek çok zararları görülmüş” der. Bu genel hükmü, Emevîlerle delillendirir. Emevilerin, ırkçılık fikrini siyasetlerine karıştırdıkları için İslam dünyasını küstürdüklerini, kendilerinin de pek çok felaket çektiklerine vurgu yapar.

Yine Emevîlerin İslam devletini, İslam bağı yerine Arap milliyetçiliği üzerine dayandırdıklarını böylece diğer kavimlerden olan Müslümanları rencide ettiklerini, ırkçılık sebebiyle ırktaşlarını kayırarak zulmettiklerini ifade eder.

Gerçekten de Ömer bin Abdülaziz gibi bir iki halife istisna tutulursa, Emevîler devrinde Müslümanların kardeş, insanların eşit olduğu prensibinden gaflete düşüldüğü görülecektir. Arapların, Arap olmayanlara karşı uyguladığı siyasî ve hukukî baskı son haddine varmıştı. Emevîler arasında yönetimde, Arapların dışındaki Müslümanları kendilerine eşit görmeyenler, hatta onlardan üstün olduklarını iddia edenler çoğunluktaydı. Bunlar, Türk veya İranlı bir Müslümanın arkasında namaz kılmıyorlar, onlardan bir kadınla evlenmiyorlar ve onlara kız vermiyorlardı. Memur tayin ederken özellikle üst düzey memurluklara sadece Arapları atıyorlardı.

Onların bu ırkçı tutumları; başka milletlerden olan Müslümanların da ırkçılık damarlarını depreştirdi. Böylece “Müslümanlar ancak kardeştir” kudsi fermanına muhatap olan Müslümanlar arasında “Şuubiye” ismiyle tarihe geçen bir hareket ortaya çıktı. Çok geçmeden de ırkçılıkta çok ileri giden Emevî devleti tar u mar oldu.

Ne yazık ki, Emevî devleti, ırkçılık yüzünden yıkılan ne ilk devletti, ne de son devlet oldu. İbret alınmadığı için tarih defalarca tekerrür etti ve birçok devlet, ırkçılık mikrobuyla “yere serildi.”

Irkçılık mikrobuna mağlup olan büyük devletlerden birisi de Osmanlı devleti oldu.

Batı, Osmanlıyı parçalamak
için Irkçılığı kullanmıştır

Osmanlı devleti, İslamiyetin temin ettiği kardeşlik ruhu sayesinde asırlardır farklı ırklara mensup Müslümanlarla bir arada yaşamıştı. İslam dinine ve Müslümanlara karşı şiddetli düşmanlık besleyen, en önemli hedeflerinden birisi İslâm birliğine engel olmak olan Avrupa devletleri, bu durumu hazmedemiyordu. Bunun için de, İslam dinini ve Müslümanları yok etmek için pek çok teşebbüste bulundular. Kuvvetli ordular, donanmalar hazırlayarak Osmanlı’nın üzerine yürüdüler. Fakat her seferinde kardeşlik, birlik ve beraberlik içerisindeki çeşitli ırklardan Müslümanlardan oluşan Osmanlı ordusu, imanlarından aldıkları güçle onları bozguna uğrattılar. Kuvvetle karşı koyamayacaklarını Müslümanlar, ırk ve dil ayrımı yapmaksızın kardeş olarak yaşadıkları müddetçe Osmanlı devletini mağlup edemeyeceklerini anlayan “dessas (hileci) Avrupa zalimleri” sinsi bir plan yaptılar. Pek çok ırkları bünyesinde barındıran Osmanlı devletini ırkçılık zehriyle parçalayacaklardı.

Fransız Katolik Enstitüsü üyesi Baron Carra De Vaux tarafından İslam birliğini parçalamak için Fransız yönetimine sunulan bir çözüm, “Etnik ve politik bölünmeleri kullanmak suretiyle İslam dünyasını parçalamak ve manevi birliklerini kırmak için çaba sarf etmektir.” “Bundan dolayı, bir taraftan milliyetçilik duygusunu canlandırmak, diğer taraftan da değişik Müslüman ırklar arasında dini cemaat düşüncesini zayıflatmak için bu farklılıkları vurgulama” “Tek kelimeyle İslam’ı parçalama” teklifi yapılır. Hedef, “Hiçbir zaman büyük uyanışlara güç yetiremeyecek hale gelmesi için Müslümanları zayıflatmak”tır.

Avrupalılar, ırkçılık fitnesini Müslümanların içine atarken bununla iki büyük menfaati hedefliyorlardı:

Birincisi; asırlardır baş edemedikleri, cephede her seferinde mağlup düştükleri Osmanlı devletini yıkmak. Eğer ekilen ırkçılık tohumu yeşerirse, sadece farklı kavimlere mensup olan Müslüman unsurlar çözülmeyecek, asırlardır Osmanlı idaresi altında huzur ve uyum içerisinde yaşayan gayr-i Müslim unsurlar da başkaldıracaklar, Osmanlıyı içeriden yıkacaklardı.

İkinci olarak da; Arap dünyasının sahip olduğu zengin petrol yataklarını ele geçirmek.

Bu önemli gayelerine ulaşma düşüncesiyle vakit geçirmeden harekete geçtiler.

Mr. Marling, 3 Eylül 1912’de Dışişleri Bakanı Edward Grey’e yazdığı raporda Osmanlı devletinin parçalamak için üretilen ırkçılık hastalığının sonucu olarak gelinen nokta nasıl hareket edilmesi gerektiğini şöyle ifade ediyordu: “Şimdilik durum yalnız Balkanları ve Avrupa’yı değil, fakat Arapları, Ermenileri, Kürtleri ve diğer ırkları da İmparatorluktan ayırmaya çalışmak olmalıdır.”

Laurance E. Brawn ise İslam birliğinden duyduğu korkuyu şöyle dile getiriyordu: “Müslümanlar bir İslâm imparatorluğu içinde birleştikleri takdirde, dünya sulhu büyük bir tehlike içine girer. İslam camiası dağınık kaldığı müddetçe, dünya politikası yönünden tesirsiz ve dengesiz bir durum arz edeceklerdir.”

“Tarihin tekerrür etmemesi için” başlattığımız bu küçük yazı serimizin bir sonraki makalesinde Osmanlı devletinin ırkçılık sebebiyle yıkılışıyla devam edeceğiz.

Osmanlı’da Irkçılık vebasıyla yıkıldı

Küçük bir aşiretle başlayıp, aşiretten devlet çıkaran ruh, hiç şüphesiz “İslam’ın birleştiriciliği” insanlara verdiği kardeşlik ruhu idi. İşte bu ruh, Osmanlı’yı altı asır (600 küsür sene) yaşattı, hem de bir “Dünya Devleti” olarak. Öyle ki Türkler, Kürtler, Arap, Çerkez, Arnavut ve daha pek çok ırktan bir “mozaik” oluşturan Osmanlı halkı, uzun yıllar kardeşçe yaşadılar. Birbirlerinin yardımına koştular, sevinçleriyle sevindiler, üzüntüleriyle üzüldüler. Birlikte büyük fetihler başardılar. İstanbul’u birlikte fethettiler.

Fakat ne olduysa bir önceki yazımızda yer verdiğimiz gibi, özellikle Avrupa devletlerinin kendi içlerinde başlayan ırkçılık zehrini Osmanlı toplumuna da atmasıyla başladı. Özellikle Meşrutiyetin 1908 yılında ikinci defa ilan edilmesiyle birlikte daha önce dış ülkelerde faaliyet gösteren pek çok ayrılıkçı kulüp İstanbul’a taşındı. İpi kopan tesbihin tanelerinin darmadağın olması gibi Osmanlı toplumunun da adeta “ipi koptu. Her bir ırk mensubu bir tarafa çekti. Ayrılıkçı Arap kulüpleri, Kürt kulüpleri, Arnavut kulüpleri ve nihayet Türk kulüpleri birbirini izledi. “Zehirli bir bal” hükmünde olan ırkçılık sebebiyle tam bir “Kaos” ortamı oluştu.

Üstad Saidi Nursi rahmetullahi aleyh, Meşrutiyetteki yerden biter gibi çoğalan ırkçılık temelli ayrılıkçı kulüpleri isabetli bir benzetmeyle, “Babil Kulesine” benzetir. Rivayete göre Hz. Nuh’un oğulları gökyüzüne ulaşmak için bir kule (Babil kulesi) yapmaya başladılar. Derken, “Allah, bu kulede çalışanların dillerini değiştirdi. Birden birbirlerini anlamaz oldular.”

Aynı şekilde birkaç gün öncesine kadar kardeş olan pek çok ırka mensup Müslümanlar, birkaç gün sonra birbirlerini tanımak şöyle dursun, birbirlerine düşman kesildiler.

Evet, ifade ettiğimiz gibi 1900’lü yılların başlarında “ırkçılık” yeniden gündeme geldi. Bu “mikrop” sebebiyle İslam dünyası yeniden bölündü, parçalandı ve bütün bunların sonucu olarak sömürgeleşti.

Osmanlının son yıllarında iktidarı ele geçiren İttihat ve Terakki Fırkasının 1908’den sonra Arapçılık, Kürtçülük, Arnavutçuluk gibi ayrılıkçı faaliyetlere bir tepki olarak “Türkçülük” politikası ve bütün bunların zararlı ve parçalayıcı sonuçları beraberinde yıkım getirdi. Devletin ırkçılığa yönelmesiyle uyanan bağımsızlık arzuları, bir yandan Osmanlı devletinin parçalanmasını hazırladı, bir yandan da ayrılan toplulukların, “Büyük devletlerin boğazına” gitmesine, sömürgeleşmelerine yol açtı. Çok sürmeden de özellikle Araplar, Arnavutlar büyük devletlere yem oldu. Osmanlı devleti de küçüldü, küçüldü, “Misak-ı Millî sınırlarına hapsedildi.

Bu ırkılık hareketi başladığında başta Sahih-i Buhari Muhtasarının ilk üç cildini Türkçeye tercüme eden Babanzade Ahmed Naim (ö. 1934) olmak üzere Mehmet Âkif Ersoy (ö. 1936); Üstad Saidi Nursi (ö. 1960) gibi zatlar, Meşrutiyette baş gösteren ırkçılık “fantezisiyle” mücadele ettiler. Bu zatlar, yazılarıyla, şiirleriyle ırkçılığın her türlüsüne; Türkçülüğe, Kürtçülüğe ve Arapçılığa karşı çıktılar.

Ancak ırkçılık yine bütün hatlarıyla bizleri bölüp parçalamaya devam ediyor. Bu mikroptan kurtulmak için imanımızın gerektirdiği gibi davranmazsak, bitmek tükenmek bilmeyen gereksiz mücadelelerle ile hayatımızı heba edeceğiz. Bizler birbirimizle uğraşırken, İslam düşmanları da Allah korusun rahatlıkla bizi mağlup edecek.

REKLAM ALANI
ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

BİR YORUM YAZ