Rabbimize Karşı Edebimiz Nasıl Olmalı?
Edep ve incelikle süslenmiş olan Allah salih kulları evliyaullah demişlerdir ki; “Tasavvufun başı da sonu da edeptir.” Edebin başı ise bizim ve her şeyin Rabbi olan kerem ve mağfiret sahibi Allah-u Zülcelal’ karşı gösterilmesi gereken edeptir.
Edep bir tac imiş Nur-u Hüda’dan,
Giy ol tacı, emin ol her belâdan.
Allah-u Zülcelal’e gösterilmesi gereken edeplerin başında, Allah’a halisane ve layıkı vechile ibadet etmek gelmektedir. O’nun kudret ve azametini ve kendi acziyetimizi düşünerek, O’na samimi bir niyet ve hürmetle ibadet etmelidir.
İbadet; kulun Rabbine karşı kulluğunu ortaya koyduğu en doğrudan yoldur. Diğer işlerinde kulun Rabbine karşı gösterdiği hürmet ve tazim dolaylı yollardan cereyan etmekteyken, ibadet esnasında, doğrudan Rabbini yüceltmek vardır.
Zaten ibadetin temelinde de Allahu Zülcelal’i tekbir etmek, O’nu takdis etmek yer alır. İnancımızın esası olan tevhidin de temeli budur zaten. İbadet, işte bu tevhid idrakinin, amele yansımasıdır. Ancak, şuna dikkat etmelidir ki, Rabbimizin yüceltilmeye ihtiyacı yoktur. Aksine, bizim kalbimize ve düşüncelerimize gelebilecek her şeyden O’nu yüce tutmaya, tesbih ve tenzih etmeye biz kulların ihtiyacı vardır.
Allah’a karşı edep, amele ve kavle göre ikiye ayrılır. ‘Amel’, kelime manası olarak ‘iş’, ‘fiil’ ve ‘davranış’ anlamındadır. Dindeki manası; yapılan ibadet ve hayırlı/sevap işler demektir. ‘Kavl’ ise ‘söz’ ve ‘kelam’ manasına gelir. Yani kişinin konuşmasında, Allah-u Zülcelal’i büyük tutup hürmet ve tazimini bildirir şekilde konuşmasıdır.
Allah’a karşı olan edebin amele ait olan kısımları:
1) Allah’ın emirlerine ve nehiylerine ittiba; Emrettiklerini yapmak ve yasakladıklarından kaçınmak. Bu şekilde davranmak, kişinin kulluğunun bir gereğidir. Aksi halde, emirlerine uymadığı bir Rabbin kulu olduğunu söylemek, kişinin kendini aldatmasından başka bir şey değildir.
2) İbadet ve taatte ihlas; Gerek ibadetlerinde gerekse ibadet dışındaki emirlerini yerine getirmede, yalnız O’nun rızasını hedeflemek, başkaca bir beklenti içinde olmamak. Gösteriş ve maddi menfaat beklentisi olmaksızın ibadet ve kulluk yapmalıdır.
3) Allah’a yaklaşmanın sebep ve vesilelerini bilmek; Asıl hedef olan Allah-u Zülcelal’e manen yakınlaşmak için gerekli usul ve yordamı bilmek. O’nun razı olacağı şekilde hareket etmenin nasıl olacağını öğrenmek. Bir de O’na ulaştıracak vesileleri bilmek ve onlara sıkı sıkıya sarılmak.
4) Nefsi emmareye karşı cihad; İnsandaki ‘benlik duygusu’ diyebileceğimiz nefsin, Allah’a karşı kulluğunda bazı aşamaları vardır. Bu aşamaların en kötü hali olan ‘nefs-i emmare’ (daima kötülüğü isteyen nefis) ile daimi bir mücadele içine girmek gerekmektedir. Yani, emir ve yasaklarına sürekli burun kıvıran nefsi kendi haline bırakmayarak, onu Hakk’ın rızasına yönlendirmeye çalışmak lazımdır. Bu uğurda her türlü zorluğu göze alarak onunla mücadele etmelidir.
Bu yüzden manevi terakki yoluna giren bir kimse şunu asla unutmamalıdır; Allah-u Zülcelal’e karşı, amellerinde ve muamelesinde ne kadar sadık olursa, Allah-u Zülcelal de onun bu sadıklığı nisbetinde, sırlarını açacak ve ona manevi ikramlarda bulunacaktır.
Tasavvufa merak salan pek çok kişi bazı kerametler ve manevi olayların peşine düşmüş merak sahipleridir. Oysa tasavvuftan maksat Allah-u Zülcelal’e, ihlas ve yakin üzere kulluk yapabilmektir. Bu yüzdendir ki, bir çok kimse, tasavvufu yaşamaya çalışırken, kulluğun asıl özü olan ihlası gözetmedikleri için manevi yolculuğun daha başlarındayken yollarda kalmaktadır.
Maneviyat alemi Allah-u Zülcelal’in insanların büyük bir kısmından gizlediği sırlarla dolu bir alemdir. O aleme ancak, Rabbine karşı samimi kulluğunu ispatlamış olan kullar girebilir. O’nun sırlarını, kulluk emanetini taşımaya layık olanlar taşıyabilir. O’nun hediyeleri, ihlasla, sadece ve sedece Allah için olanlar içindir.
Edebin özü; murakabe
ve muhasebe
Buradan yola çıkarak varılan sonuç şudur; Allah’a karşı edebin özü, kulun amellerini murakabe ve nefsini muhasebe etmesidir. Murakabe; her ne hal üzere olursa olsun, Rabbinin daima haline vakıf olduğunu bilmektir. Nitekim “Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir.” (Nisa, 1) buyurulmaktadır.
Allah (cc) ilim ve kudretiyle her an her yerdedir, kulunun gizli ve açık her şeyini her an bilmekte ve gözetlemektedir. “Nerede olursanız olun Allah sizinle beraberdir.” (Hadid, 4) Ayet-i kerimesi, bu hakikati dile getirmektedir.
Tasavvufi eğitimin en büyük amacı da budur zaten. Her anını, her hareketini, niyetini ve bütün kalbi durumlarını gözetleyen Rabbini hatırından hiç çıkarmamaktır. Bu şuura dinimizde ‘ihsan’ denilmektedir. Peygamber Efendimiz (sav)in bir hadis-i şeriflerinde buyurduğu gibi: “Allah’ı görüyormuşçasına ibadet edin; siz O’nu görmüyorsanız da muhakkak O sizi görüyor.”
Allah’a karşı edebin en güzeli, bu yakınlığı her an hissedebilmektir. Davud-i Taî (ks) şöyle anlatır: “Yirmi yıl (İmam-ı Azam) Ebu Hanife hazretleri ile birlikte bulundum. Bu zaman zarfında ayaklarını uzattığını hiç görmedin. Kendisine:
– Yalnızken ayağını uzatmanda ne mahzur var? dedim. Bana:
– Cenab-ı Hak karşısında edepli olmak daha eftaldir, dedi.
İşte, ihsan derecesine ulaşan ehlullah hep böyle düşünür ve böyle amel ederler.
Muhasebe ise kişinin nefsi ile her gün hesaplaşarak, zahiri ve Batınî işlerinin, söz ve davranışlarının hesabını yapmasıdır. Sevap ve günahlar gözden geçirilmeli; sevaplar için bunları bize nasip eden Allah’a şükredilmeli; günah ve hatalar için de O’ndan özür dileyip istiğfarda bulunmalıdır. Hatta, Şah-ı Nakşibend Hazretleri (kaddesallahu sırrahu) bu muhasebenin üç saatte bir yapılmasını tavsiye etmektedir.
Muhasebe bitirlikten sonra da; yapılan yanlışlardan dolayı nefsi azarlamalı ve doğru yolda olursa Rabbinin lütuf ve ihsanlarının onun için olduğu söylenerek, arzu ve iştiyakı hayra yönlendirilmeye çalışılmalıdır.
Tekbir ve takdisle
kulluğumuzu arzedelim
Bizleri yaratan Halıka karşı edebin kavle, yani söze ait olan kısmı ise tabii / fıtri bir duygu (zevk-i selim) ve hikmet dolu bir kalbe (kalb-i hakim) sahibi olan Müslümanın, Cenab-ı Hakk’a karşı hitaplarında, daima güzel tabir ve sözleri kullanmasıdır. Yani, O’nu en layık olduğu sıfatlarla yüceltmeli, büyüklüğünü gerçek manada dile dökmeye gayret etmelidir. Tabi bunu yaparken de yapmacıklıktan kaçınmak, ihlas ve samimiyetle kalpten hissederek, büyük bir iç ürpertisi ve saygıyla O’nu anmak gerekmektedir.
Allah-u Zülcelal’in büyüklüğünü tefekkür ve hayalden aciz olan biz fanilerin sözleri ne kadar parlak ve şaşalı olursa olsun, yine de bilinmelidir ki, Allahu Zülcelal’i layıkıyla ancak, yine kendisi bilir ve övebilir. O’nu övmekten, diller aciz, gönüller bigânedir.