Minaresi Kalem Gibi Zariftir Ahî Çelebi Camii’nin
Ahî Çelebi Camii, ‘Kanlıfırın Mescidi’ ve ‘Yemişçiler Camii’ olarak da bilinir. Fatih ilçesi, Eminönü semtinde, Yoğurtçular sokağındadır. İstanbul Ticaret Üniversitesi ile Zindan Han arasında kalır. Sahile çok yakın bir mesafededir. İstanbullular camiyi daha ziyade hikâyesi ile bilirler. Banisi Ahî Mehmet Çelebi’dir. (1432) Ahî Çelebi’nin adı kaynaklarda Ahmed ve Mahmud olarak da geçmektedir. Daha çok Ahî Çelebi ismiyle şöhret bulmuştur. Böbrek ve idrar kesesindeki taş oluşumunun nedenlerini ve tedavisini incelediği eseriyle tanınan Osmanlı tabibidir.
Babası Tabib Mevlana Kemal ile birlikte 1463’te İstanbul’a yerleşti. Mevlana Kemal, Fatih Sultan Mehmet ve İkinci Bayezit devirlerinin ünlü hekimlerindendir. Aslen Şirvan ya da Tebrizli olduğu çeşitli kaynaklarsa zikredilir.
Ahî Çelebi, hekimliği daha ziyade babasından öğrendi. Onun ölümünden sonra devrin büyük hekimleri Kutbüddin ile Altunîzâde’den ders alıp kısa zamanda mesleğini ilerletti. Hekimlik becerisinin yanı sıra kuramsal bilgisiyle de kendisini kabul ettirerek önce Fâtih Dârüşşifası’na hekim, sonra da başhekim oldu. II. Bayezid’in teveccühünü kazanarak mutfak eminliğine, arkasından da hekimbaşılığa getirildi. Dört buçuk yıl bu görevde kalan Ahî Çelebi, Sultan Bayezid’in ölümü üzerine geleneğe uyularak azledildi. Bir müddet sonra Yavuz onu tekrar hekimbaşılığa getirdi ve Mısır seferine beraberinde götürdü. Yavuz’un ölümünden sonra hekimbaşılıktan tekrar azledildi. Kaynakların belirttiğine göre, yaşı doksanı geçmiş olduğu halde, hacdan dönerken Kahire’de vefat etmiş ve İmam Şâfiî hazretlerinin kabri civarına defnedilmiştir. (1524)
Böbrek ve mesane taşları
konulu eser yazmıştır
Ali Haydar Bayat’ın verdiği bilgilere göre, “Ahî Çelebi’nin en önemli eseri, II. Bayezid devrinde Türkçe olarak kaleme aldığı, böbrek ve mesane taşlarına ait on bölüm halindeki “Risâle-i hasâtü’l-kilye ve’l-mesâne”’dir. Farsça yazdığı “el-Fevâdü’s-sultâniyye fi’l-kavâidi’t-tıbbiyye” ile “Risâle fi’t-tıb” ve “Mesnevî fi’t-tıb” adlı iki Türkçe eseri daha tespit edilmiştir.”
Böbrek ve mesane taşlarıyla ilgili eseri büyük ilgi görmüş, uzun süre hekimlerin başvuru kitabı olmuştur. İbni Sina’nın “el-kanun fi’t-Tıb” adlı eserine İbnü’n-Nefis’in “Mucez’ül-Kanun” adıyla yazdığı şerhi Türkçeye çeviren de yine Ahî Çelebidir. Buradaki caminin dışında İstanbul ve Edirne’de pek çok cami, okul ve hamam da yaptırmıştır. İstanbul’da bir mahalle’ye, Edirne’de bir köy’e ve Bulgaristan’da bir yöre’ye (Eskiden Paşmaklı şimdi Smolyan) Ahî Çelebi’nin adı verilmiştir.
Cami minaresi
kalem gibi zariftir
Cami, dikdörtgen planlıdır. İkişer kemerle desteklenen tek kubbeli, taş-tuğla yapıdır. Tek minaresi vardır ve bu minare kalem gibi zariftir. Son cemaat yerinin, on iki fil ayağı üzerine oturtulmuş iki sıra halinde altı sağır kubbesi vardır. Bir buçuk metre çapında olan fil ayaklarının yerden yüksekliği üç metre civarıdır. Alçak tavan insanda başı tavana değecekmiş hissi uyandırır. Mekân basık ve loştur. Üzeri kurşunla kaplı büyük kubbe ise, altı fil ayağına bağlı kemerler üzerine oturtulmuştur. Kubbe kasnağı demirden bir çemberle çevrilidir. Bu bölüm, son cemaat yerine göre daha aydınlık ve ferahtır.
Camiin, Değirmen sokağına bakan ön cephesinde bir de mermer çeşme vardır. Sultan Abdül Aziz tarafından yaptırılan bu çeşmenin üstündeki yuvarlak madalyon içinde:
“Mâşaallah, tevekkeltü Alallah ve ma tevfîkî illâ billâh”
(Allah isterse olur, Allah’a güvendim, başarım ancak Allah’tandır) Sene; 1281 (1864) ibaresi yazılıdır.
Bazı kaynaklarda caminin ilk inşa tarihi 1500 olarak veriliyor. Tezkiret’ül Ebniye ve Tezkiret-ül-bünyan’da Mimar Sinan’ın eserleri arasında gösterilen yapı kimilerine göre ise Mimar Sinan tarafından kapsamlı bir şekilde elden geçirildiğinden ona nispet edilmiştir. Yapının hiçbir yerinde inşa tarihi ile ilgili bir bilgi yer almamaktadır.
1539 ve 1653 yıllarında iki kez yanmış, 1892 zelzelesinde ise büyük hasar görmüştür. Mimar Sinan’ın mimar başı olarak görev aldığı yıl olan 1539 tarihi göz önüne alındığında caminin bu tarihten önce yaptırıldığı düşüncesini kuvvetlendirmektedir.
1892 yılı deprem sonrası ile ilgili İbrahim Erseyrek şu bilgileri verir:”Ahi Çelebi Camii, yere batar; mihrabın sağından bir tatlı su fışkırdığından Camiin içi adam beline kadar su dolar. Her ne kadar suyu denize akıtırlarsa da önüne geçemezler. Cami yararsız duruma düşer; yıllarca su içinde kalır. 1918 yılında su basan yerler toprakla doldurulur. Bu onarım da, mukavemeti sağlamak için sütunların çevresi kesme taşlarla örülür; kubbe çemberlenir ve iki yönden birer ek kemerle desteklenir.” Caminin basık olma durumu işte bu detay da gizlidir. Zira ne 16. Yüzyıl cami mimarimizde ne de Mimar Sinan eserlerinde böyle bir sıkıntı yoktur. Mekânsal tasarımda ferahlık ön plandadır.
İsminin açıklanmasını
istemeyen bir hayırsever
1980’li yıllarda Haliç çevre düzenlemesi ve yeni Galata Köprüsü kazıklarının çakılması sırasında cami büyük hasar gördü. Zemini kayan camiyi tarihte olduğu gibi yine su bastı, minaresi de yıkıldı. Yirmi yıl boyunca perişan halde onarılmayı bekledi. Bu arada çinileri çalındı, süslemeleri döküldü, hat yazılarının büyük bölümü kayboldu, duvarlarında otlar çıktı ve etrafını çeviren otopark içinde kayboldu. 2005-2007 yılları arasında Vakıflar Genel Müdürlüğü müsaadesiyle isminin açıklanmasını istemeyen bir hayırsever vatandaşımız tarafından restorasyonu üstlenildi. Kısa bir müddet sonra da ibadete açıldı. Cami yok olmaktan kurtuldu. Bu onarımda, kazıklar çakılarak zemin güçlendirildi, yıkılan minaresi de aslına uygun olarak yeniden yapıldı. Cami çevresini işgal eden otopark ise yakın zamanda İBB tarafından kaldırılmış, çevre düzenlemesi de yapılmıştır.
Evliya Çelebinin
gördüğü rüya
Evet, Osmanlı hikâyesi olan bir devlet… Onda her şeyin bir hikâyesi var. Ahî Çelebi cami hikâyesi ile de İstanbul folklorunda ayrı bir yer tutar. Ünlü gezgin Evliya Çelebi kendi eserinde seyahatlerinin sebebini, 19 Ağustos 1630 tarihinde gördüğü bir rüyaya bağlamaktadır. Buna göre Ahî Çelebi Camii’nde Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemi kalabalık bir cemaatle birlikte görür, heyecana kapılıp Resûl-i Ekrem’in elini öperken, “Şefaat yâ Resûlallah” diyecek yerde, “Seyahat yâ Resûlallah” der. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz tebessüm ederek şefaati, seyahati ve ziyareti ona müjdeler; cemaatte bulunan ashabın duasını da alır; sahabeden Sa’d b. Ebû Vakkas radıyallahu anh da gördüklerini yazması temennisinde bulunur. Bu rüyayı tabir ettirdiği Kasımpaşa Mevlevihânesi şeyhi Abdullah Dede’nin, “Sa’d b. Ebû Vakkas’ın nasihati üzere ibtidâ (başlamışken) bizim İstanbulcağızı tahrir eyle (kayıt eyle )” tavsiyesiyle önce doğduğu ve yaşadığı şehri yani İstanbul’u gezmeye, gördüklerini yazmaya karar verir.
Evliya Çelebi hakikaten dünyanın neredeyse dünyanın dörtte üçünü gezmiş ve pek kıymetli eserler vermiştir. 10 ciltten oluşan “Seyahatname” isimli ünlü çalışması 1814 yılında Hammer tarafından keşfedildikten sonra pek çok yabancı bilim adamı Çelebi hakkında araştırmalar yapmış, eser farklı dillere çevrilmiş ve yayımlanmıştır. Haziran 2013’te de UNESCO Dünya Belleği Listesine dâhil edilmiştir.