MENEVİ GÜNDEM / Vedaların En Acısı…
MENEVİ GÜNDEM
Vedaların En Acısı…
Gülistan Araştırma
632 yılının Haziran ayı…
Hurmaların tatlılaştığı, gölgelerin aranır hale geldiği bir yaz günü. Ama Medine’de hiç kimse bunu fark etmiyor bile… Çünkü Allah’ın Resulü kaç gündür ateşler içinde…
O sıkıntı içindeyken ashabı rahat olabilir mi? Hepsinden bir telaş.
“Hangi ilacı içirsek?”
“Yormayalım. Dinlensin de bir an önce iyileşsin…”
Hepsinin beklentisi aynı… Peygamber iyileşsin de yine minbere çıksın, onlara gayb haberlerinden anlatsın. Onlara namaz kıldırsın, ruhlarını Arş ı Alâ’ya kanatlandırsın.
Neden ısrarla, “Elçileri güzel karşılayın,” “Üsame’yi ordunun başına geçirin,” diyor ki sanki? Adeta vasiyet eder gibi… Ordu biraz bekleyedursun. Hele bir Peygamber iyileşsin de…
O acı haberi hiç beklemiyorlardı ki…
Aslında Veda Haccı’ndan beri başka bir hali vardı, Nebi’nin…
“Ey insanlar! Her kimin arkasına vurmuşsam, işte arkam! Kalksın bana vursun. Her kimin bende alacağı varsa, işte malım! Gelsin alsın.” Buyurarak helalleşmesinde…
Vasiyetini bildirir gibi “Benden sonra…” diye başlayan nasihatlerde bulunmasında…
Dirilerle vedalaştığı gibi sanki kabirdekilerle de vedalaşmak istercesine Baki mezarlığını ziyaret edişinde… Hep bir mana vardı ama hiç kimse konduramıyordu.
“Yüce Allah, kulunu, dünya ile kendisine kavuşma arasında serbest bıraktı. O kul da, O’na kavuşmayı seçti” buyurduğu zaman bir tek Hz. Ebu Bekir –radıyallahu anh- anladı, O Kul’un, Nebî’nin bizzat kendisi olduğunu…
O gün Sıddîk’ın;
“Anam babam sana feda olsun Ya Rasulallah!” diye hıçkırışına kimse mana verememişti.
Peygamber iyileşecek diye bekleşiyordu hepsi. Hani Hz. Ebu Bekir radıyallahu anh namaz kıldırırken gelip arkalarından onları seyretmiş, onların namaz kılışına sevinip gülümsemiş, yanlarında durup namaz kılmıştı ya… İşte öyle iyileşecekti…
Medine, Medine olalı böyle acı görmemişti. Hâne-i Saadette feryad ve figanın yükseldiğini duyan ashab, şaşkın haldeydiler. Sanki gök kubbe üzerlerine yıkılmıştı. Hz. Ömer radıyallahu anh bile kendisini bu dehşetli ânın tesirinden kurtaramadı. Elini kılıcının kabzasına atmış:
“Kim Peygamberimizin öldüğünü söylerse başını keserim. Rasûllullah Rabbine gitti. Hz. Musa aleyhisselam’ nın Tur Dağına Rabbi ile konuşmaya gittiği gibi.” Diyordu.
Hz. Osman radıyallahu anh şaşkın bir vaziyette, bir kelime bile söylemeden gölge gibi dolaşıyor. Hz. Ali radıyallahu anh ise kederinden adeta donmuş kalmış…
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in vefat etmesinin acısına tahammül etmek öyle zor ki… Yalnız metanet dağı, Hz. Ebu Bekir radıyallahu anh acıyı kalbine bastırıp üstüne düşen vazifeye koyulabiliyor.
Hâne-i Saadete girip Habibullah aleyhisselatu vesselamın mübarek yüzünü örten örtüyü kaldırdı. Yüzü aynı yaşadığı zamanki gibiydi. Hürmetle pâk alınlarından üç kere öptü. Akan gözyaşları arasında dilinden dökülen kelimeler şunlar oldu:
“Ölümün de hayatın gibi temiz ve lâtif, yâ Resûlallah!”
Sonra da Ehl-i Beyte teselli verdi.
Hz. Ebû Bekir, Hâne-i Saadetten çıktıktan sonra Mescid-i Şerife vardı.
“Kim ki Muhammed’e (a.s.m.) tapıyorsa, bilsin ki, Muhammed (a.s.m.) ölmüştür. Kim ki Allah’a ibadet ve kulluk ediyorsa bilsin ki, Allah Hayy’dır, ölümsüzdür.”
Sonra “Muhammed de ancak bir Resuldür; ondan evvel Resuller hep geldi geçti. Şimdi o ölür veya katledilirse siz ardınıza dönüverecek misiniz?” (Ali İmran; 144) ayetini okudu.
Ebu Bekir Sıddık radıyallahu anh bu ayeti okuyuncaya kadar sanki bu ayeti hiç duymamış gibiydiler. Sıddık yine sadakatini göstermiş, çok büyük bir hizmet yapmıştı. Hayatında nasıl hizmet ettiyse, vefatından sonra da Dost’una dostluğunu yerine getirmişti.
Son Vazifeler…
Hz. Ali radıyallahu anh eline sarmış olduğu bez ile gömleğini çıkarmadan Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellemi yıkadı. Hücre-i Saadetin içini çok güzel koku kaplamıştı. Hz. Ali radıyallahu anh yıkarken:
“Anam babam sana fedâ olsun! Hayatında da vefâtında da temizsin, güzelsin, yâ Resûlallah!” diyordu.
Hücre-i saadetin kapısı açıldı. Bütün Medine halkı Peygamber aleyhisselatu vesselamın cenaze namazını kıldılar. Sanki vedalaşıyorlardı. Ne acı bir vedaydı bu…
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin kabrinin nerede olacağını kimse bilmiyordu. Herkes farklı bir görüş bildirirken Hz. Ebû Bekir radıyallahu anh şu hadis-i şerifi rivayet etti:
“Ben, Resûlullah’tan şu sözü işitmiştim ve hâlâ unutmamışımdır: ‘Cenab-ı Hak, her peygamberin ruhunu o peygamberin defnolunmak istediği yerde alır.’ Dolayısıyla, Resûlullahı istirahat döşeğinin bulunduğu yere defnetmeliyiz!”
Böylece Resûl-i Kibriyâ Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem Hücre-i Saadetine defn edildi. Hayattayken onu görmek için koşup gelenler artık onu aynı yerde manevi olarak ziyaret edeceklerdi. Böylece Efendimizin;
“Beni vefatımdan sonra ziyaret edenler, hayatımda ziyaret etmiş gibidir.” (Dârekutnî, II, 278,) ve “Kim gönlünde beni ziyaretten başka bir düşünce olmaksızın, beni ziyarete gelirse, kıyamet günü ona şefaatçı olmak benim üzerimde bir hak olur.” (Taberânî, Evsat, V, 275) müjdelerine nail olacaklardı.
Medine, Medine olalı beri, Kâinatın Efendisinin hicret ettiği gün duyduğu sevinç kadar hiçbir sevinç duymamıştı. Şimdi Medine vedaların en acısını yaşıyordu. Medine semalarını adeta hüzün ve kederden bir kara bulut kaplamıştı.
Onlar Peygamber aleyhisselatu vesselam için üzülmüyorlardı aslında kendileri için ağlıyorlardı. Çünkü onları cehaletin en koyusundan çıkarıp insanlığın zirvesine ulaştıran Zât aralarından ayrılıyordu.
Hz. Ebubekir ile Hz. Ömer radıyallahu anhumanın kendisini ziyarete gelişi üzerine Rasulullah aleyhisselatu vesselamı hatırlayıp ağlayan Ümmü Eymen’in dediği gibi:
“Elbette Allah’ın katında olan, Peygamber aleyhisselatu vesselam için daha hayırlıdır. Bunu bilmediğim için ağlıyor değilim. Fakat ben gökten gelen vahyin kesildiğine ağlıyorum”
Onlar bir hata işleyince Peygamber aleyhisselatu vesselam onlara nasihat ederdi. Hatta ayet iner, onlara doğru yolu gösterirdi. Şimdi vahiy kesilmişti.
Aslında Hz. Ebu Bekir radıyallahu anh ta Veda Haccı esnasında, “Size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim.” (Maide; 3) ayeti nazil olduğunda anlamıştı, Nebî’nin vazifesinin tamamlandığını. Artık onun aralarından ayrılacağını… Bundan böyle o ayetlerle amel etme vazifesinin kendi omuzlarına kalacağını…
O latif Rûh, bu karmakarışık âlemden kurtulmuş, Refik-i âlâ’sına süzülmüştü. O bütün sıkıntılarından kurtulmuştu. Kızı Fatıma radıyallahu anhaya dediği gibi; “bir daha acı çekmeyecek” ti…
Ama ya onlar… Onlar Resullerine bir daha kavuşabilecekler miydi?
Emanetlerine Sahip Çıktılar
Sahabe o günden sonra hiçbir şeyde teselli bulamadı. Müezzini Bilal radıyallahu anh bir daha ezan okuyamadı. Medine’de duramadı, cephe cephe şehadeti aradı. Bir an önce şehid olup Peygamberine kavuşmak için diyar diyar dolaştı… Yıllar sonra Medine’ye geldiğinde Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin radıyallahu anhumayı kıramayıp ezan okumak için niyetlense dahi, “eşhedü enne Muhammeden…” dediği anda hıçkırıklara boğuldu.
O Peygamberiyle öylesine hemhal olmuştu ki, onun sesinin Medine’de yankılanması üzerine ashabı sanki Nebî geri gelmiş gibi bir hissiyata kapılmıştı. Bütün Medine halkı yollara dökülmüş, göz yaşları sel olmuştu.
Sahabeden birçoğu da Bilal radıyallahu anh gibi cihad meydanlarına koştular… İnci tanesi gibi saçıldılar dünyanın dört bir yanına…
Artık onlar bundan böyle sadece, Resulün havuzunun başında buluşacakları gün için yaşadılar. Bunun için de O’nun bıraktığı emanetleri ulaştırdılar memleketlere, milletlere:
Hepsi Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin emanetine sahip çıkmanın derdindeydiler. Kimi Kur’ân-ı Kerim’i talim etmekle, hadis-i şerif rivayet etmekle, fıkıh ilmi öğretmekle, kimi cihad etmekle ömrünü geçirdi. O Şanlı Resul dememiş miydi:
“Size iki şey bırakıyorum ki, bunlara sımsıkı tutunursanız asla sapıklığa düşmezsiniz: Biri Allah’ın kitabı, diğeri sünnetimdir. Bu ikisi (kıyamette) havza kadar ayrılmadan beraberce geleceklerdir. (Cami’us-Sağir: 3282;)”
Peki ya bizler… Bizler ona kavuşacağımız gün için ne yapıyoruz? Onun emanetlerine sahip çıkıyor muyuz?
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor ki:
“Ben hepinizden öndeyim ve sizi bekleyeceğim. Zaten şu an havuzumu görüyorum. Esasen bana yeryüzü hazinelerinin anahtarı verildi. Vallahi ben sizin, benden sonra müşrik olacağınızdan değil de dünya için birbirinize düşmenizden korkuyorum.” (Müslim, Buhari)
Rabbim bizlere de Efendimiz aleyhisselatu vesselam‘ın bıraktığı bu mirasa sımsıkı tutunmayı ve Liva’ul Hamd sancağı altında, Havz-ı Kevser’in başında, O’na kavuşmayı nasip etsin. Âmin.