Malazgirt Zaferi
Amaç: ‘Allah’ın
adını yüceltmek’
Anadolu kapılarının biz Türklere açılması, 1071 Malazgirt Zaferiyle olmuştur; fakat bu coğrafyayla tanışmamız, bundan yaklaşık yedi asır öncesine; 395’te Avrupa Hunları ve ardından 516’da Sabarlar’ın yaptığı ilk akınlara dayanmaktadır. Anadolu serüvenimiz, gazâ ülküsü istikametinde Abbasilerin hizmetindeki Türk komutanların, uç bölgelerinden giriştikleri akınlarla yüce bir mefkûreye ve millî bir muhtevaya inkılâp edecektir. Bu komutanların açtığı çığır ve zemin, en fazla Selçukluların işine yarayacak ve Anadolu’yu yurt edinme gayesini kolaylaştıracaktır.
Selçuklular adına ilk sefer, Çağrı Bey tarafından 1015’te gerçekleştirecek ve söz konusu sefer, Anadolu’nun ideal bir vatan açısından aranan bütün özelliklere sahip olduğu kanaatini güçlendirerek; bundan sonra yoğunlaşacak olan akınlara bir bakıma yön verecektir. Çağrı Bey, Anadolu ufuklarını Selçuklulara şöyle hedef göstermişti: “Buradaki güçlü Karahanlı ve Gazneli Devletleriyle mücadele edemeyiz; ancak Horasan, Azerbaycan ve Doğu Anadolu’ya gidip oralarda hükümran olabiliriz. Zira, oralarda bize karşı koyabilecek hiçbir kuvvete rastlamadım.”
Bu talimatlara uyan Selçuklular, “rüzgâr gibi uçan atlılar” sayesinde, âdeta coşkun bir sel gibi, Türkistan’dan Anadolu önlerine akmaya koyulacaklardı. Önceleri, keşif hareketi vasfını taşıyan bu akınlar, Tuğrul Bey’le beraber, fetih ve tamamen yurt edinme gayesine dönüşecekti. Artık Anadolu, “cihan hâkimiyeti ülküsünün” ve İslâmiyet’i yaymanın adı olan “i’lâ-yı kelimetullâh dâvâsının” en önemli ayağı mevkiine yükselecekti.
Selçuklular, 1048 Pasinler zaferinden beridir iyi tanıdıkları Bizans’a son ölümcül hamleyi indirerek Anadolu’yu ona mezar etmeye hazırlanıyorlardı. Bizans zulmü altında ezilen Süryaniler ve Ermeniler dâhi, “Rumları kadınlaşmış sayıyor; onları cezalandırmak için Allah’ın, Müslümanları gönderdiğine inanıyorlardı.”
Can çekişen köhne Bizans’ı, Anadolu’dan sürüp, bu güzel diyarı “Hilâl’in Doğu’daki en sağlam burcu” durumuna getirmek için, Sultan Alparslan’ın; “aslan ve kartal yavruları gibi olunuz; yeryüzünde gece gündüz uçunuz; artık Romalılar ve Hıristiyanlara aman vermeyiniz!” emri icabınca, Selçuklu gâzi komutanları ve alperenleri; “dünyanın her tarafından bu memleket için randevu almışçasına” dalga dalga “Diyâr-ı Rum” kapısına dayanmışlardı. Bir Bizans kaynağına göre, “kara ve deniz, bütün dünya, sanki Türkler tarafından doldurulmuştu.”
Gün geçtikçe büyüyen ve önü alınamayan Selçuklu tehlikesi karşısında, Bizans imparatoru Romanos Diogenes çareyi, birçok milletin katılımıyla meydana gelen yaklaşık 200 bin kişilik, tarihindeki en muazzam paralı orduyu teşekkül ettirmekte bulacaktı. Selçuklu kuvvetleri ise yalnızca 50 bin kişiden ibaretti. İmparator, ordusunun kudretiyle öylesine mağrurdu ki, Selçukluları Anadolu’dan atmak bir tarafa, Türkistan ve İslâm Dünyasını da zaptedeceğini; câmileri kiliseye çevirip Hıristiyanlığı yücelteceğini zannediyordu.
Mâlum kibirli ruh hâli içerisinde imparator, Sultan Alparslan’ın barış teklifini tereddütsüz reddedip, elçiye şu kaba ve küstah karşılığı vermişti: “Barış, ancak ve ancak Rey’de yapılacaktır. Ben, İslâm ülkelerine, kendi ülkem gibi hâkim olmadıktan sonra asla geri dönmeyeceğim. Hemedan’ın çok soğuk olduğunu haber aldım, bu bakımdan biz, Isfahan’da kışlayacağız, hayvanlarımız ise Hemedan’da kışlayacaklar.” Elçi İbnü’l Mahleban ise şu muhteşem sözle ona haddini bildirecekti: “Hayvanlarınız, Hemedan’da kışlayabilir; ama sizlerin nerede kışlayabileceğinizi bilemem!”
Kıbleye dönen Haç!
Diogenes, İstanbul’dan hareket etmeden önce, Ayasofya’daki dinî âyine katılarak buradaki meşhur “büyük haçı” ziyaret etmişti. İmparator ziyaretle ilgili, Malazgirt yenilgisinden sonra, şu şaşırtıcı hatırayı zikredecekti:
“Herhangi bir sefer dolayısıyla İstanbul’dan çıkan imparatorun törelerinden birisi de, Ayasofya’ya gidip yakutlarla bezenmiş altın haçtan yardım ve şefaat dilemesidir. Geleneğe uyarak Ayasofya’ya gidip buradaki altın haçtan başarı için şefaat diledim. Bu sırada haç, bulunduğu durumdan Müslümanların kıblesine doğru çevrildi. Buna son derece hayret edip şaşakaldım ve onu yeniden doğuya çevirip eski haline getirdim. Ertesi günkü ziyaretimde, haçın yine kıbleye dönmüş olduğunu gördüm. Bunun üzerine zincirlerle bağlanmasını emrettim. Fakat, üçüncü günkü ziyaretimde haç, yine kıbleye yönelmişti; hayretler içinde kalıp bunu, çıkacağım seferde yenilgiye uğrayacağıma yormuştum. Bununla birlikte, arzu ve ihtiraslarımın etkisiyle, İslâm ülkelerine yürüdüm ve işte bütün bunlar başıma geldi.”
Malazgirt Muharebesi, Bizans’ın Anadolu’daki mevcudiyetini belirlemesi açısından büyük öneme sahip olduğu gibi; esas olarak da Türk ve İslâm Âlemi’nin geleceğini tayin etmesi noktasında hayatî bir ölüm-kalım mücadelesi hususiyetindeydi. Bu yüzden, Halîfe Kâim Biemrillah, İslâm Dünyası’nın bütününü ilgilendiren, “Kutsal Hareket” olarak nitelendirdiği bu mücadelede kazanan tarafın Sultan Alparslan ve Türk ordusu olması için duada bulunulması maksadıyla bir hutbe hazırlatıp Cuma Namazı’nda Müslüman ülkelerin hepsinde okunmasını istemişti.
Savaş başlıyor
İslâm Âlemi’nin bütün dikkatiyle kilitlendiği ve merakla neticesini gözlediği büyük savaş nihayet gelip çatmıştı. Alparslan, fakihi Buharalı Ebû Nasr Muhammed’in tavsiyesine icabetle, savaşın zamanını Cuma günü olarak tayin edecekti. Ebû Nasr Muhammed, ona şöyle demişti: “Ey Sultanım, sen, Allah’ın diğer dinlere üstün kıldığı İslâm dini için savaşıyorsun; bu sebeple İslâm ülkelerindeki câmilerde, bütün hatiplerin Müslüman halkla birlikte senin için dua edecekleri Cuma günü, öğle namazı sırasında, düşmana saldır. Ben, Yüce Allah’tan zaferi senin adına yazmasını beklerim.”
Bu arada, Selçuklu birlikleri durmaksızın tekbir sesleri, Kur’an tilâvetleri ve kös gümbürtüleriyle yeri göğü inletip Bizanslıların moralini çökertmeye çalışıyorlardı. Bizanslılar da, üstünde, çok kıymetli mücevherlerle süslü haçın bulunduğu, altından tahtında oturan imparatorun etrafında toplanmış İncil okuyorlardı.
Sadece Bizans ile Selçukluların değil; iki büyük âlemin ve medeniyetin kaçınılmaz çatışması için artık her türlü hazırlık yapılmıştı. “Zemzemle yıkanmış kefenini giyen” Alparslan ve ordusu, bu kutlu günde Bizans’ı devirmek için, muazzam bir iman, azim ve dinamizm ile bilenmiş bir vaziyette, vaktin kemâle ermesini bekliyorlardı. Sonunda 26 Ağustos Cuma günü, beyaz elbiselerine bürünüp “ölürsem kefenim olsun” diyen Alparslan’ın, sabahleyin bütün komutanlarının önünde, şu büyük duayı yapmasıyla ordu savaş düzenine geçecekti:
“Ey Allah’ım! Sana tevekkül ettim ve bu cihatta sana yaklaştım; şu an senin huzurunda secdeye kapanıyor ve yalvarıyorum. Bu sözlerim, benim gerçek duygularımı yansıtmıyorsa beni, beraberimdeki yardımcılarımı kahret! Eğer samimiliğimi kabul edersen, bu cihatta düşmanlarıma karşı bana yardımcı ol ve beni muzaffer bir sultan kıl!”
Orduyla beraber Cuma Namazı’nı kılan Sultan, askerlere son kez, şu tarihî hitapta bulunup mâneviyatlarını takviye ettikten sonra taarruz emrini verecekti: “Ey askerlerim ve kumandanlarım! Daha ne zamana kadar biz azınlıkta, düşman çoğunlukta olarak böyle bekleyeceğiz? Galip gelirsek arzu ettiğimiz netice gerçekleşecektir; aksi takdirde şehit olarak cennete gideriz. Beni tâkip etmek isteyenler gelsinler, istemeyenler ise serbesttir ve geri dönebilirler. Bugün burada, ne emreden bir sultan, ne de emir alan asker vardır. Bugün, ben de sizlerden biri olarak sizinle birlikte savaşacağım…”
Nihayetinde Bizanslılar, Selçukluların meşhur Turan taktiğini tatbik etmesiyle ummadıkları bir hezimete mâruz kalmış ve kendileriyle birlikte temsil ettikleri Hıristiyan Batı Âlemi’nin tarihteki en ağır yenilgilerinden birini tatmışlardı. İlhanlı Tarihçi Reşidüddin, müthiş bozgunu şu sözlerle tasvir etmişti: “İslâm askeri bir ağızdan tekbir getirdiler, teyid-i ilahî ile sağlam yürekli olarak düşman üzerine atıldılar. Tâlihsizlik rüzgârı ile hüsran toprağını onların başına saçtılar. Kefere-i fecerenin pek çoğunu cehennemin dibine gönderdiler.” Başka bir İslâm kaynağında ise, yenilgi şöyle vasıflandırılmıştı: “Takdir, zulüm ağacını kökünden söktü. Hıristiyanların bayraklarını çevirdi.”
Tarihin dönüm
noktalarından biri
Malazgirt Zaferi, yalnızca bizim değil; İslâm ve Batı tarihinin de akışını etkilemesi bakımından mühim bir dönüm noktası özelliğine sahiptir. Başka bir deyişle insanlık tarihindeki, geniş bir coğrafyanın gidişatını belirleyen ender savaşlardan biridir. Erol Güngör’ün de dediği gibi; eğer Türk ve İslâm tarihinin son dokuz yüz yıllık kaderini çizen tek bir hâdise ve şahsiyet göstermek mümkün olsaydı; bu, hiç şüphesiz Malazgirt Zaferi ve Sultan Alparslan olurdu.
Dolayısıyla, Malazgirt Zaferi’nin yansımaları, geniş ölçekli bir toprak parçasında ve asırlara yayılacak şekilde günümüze değin uzanmıştır. Her şeyden önemlisi de, üzerinde yaşadığımız cennet vatan, bu zaferle bize yurt olmuş; Anadolu’nun kapıları ardına kadar açılarak kısa sürede akıncılar Adalar Denizi ve Marmara kıyılarına kadar olan yerler fethedilmiştir. Anadolu’nun tapusu, yine bu zaferle alınmış; varlığımız bir daha silinmeyecek biçimde sağlam temellere dayandırılmıştır. Horasan Erenleri ve Gâzi Dervişlerin faaliyetleri neticesinde, Anadolu “İslâmlaştırılmış” “Müslümanların Hıristiyan Batıya uzanan ileri karakolu” mevkiine erişmiştir.
Diğer taraftan, Osmanlı Devleti’nin temellerinin atılması, İstanbul’un fethine zemin hazırlanması ve elbette ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında da Malazgirt’in büyük rolü vardır. Bugün; bin yıldır yaşadığımız türlü tarihî serüvenlere/handikaplara rağmen, hâlâ bu vatanda hayat sürüyor isek; bunu her şeyden önce Malazgirt Zaferi’ne borçluyuz ve halihazırda onun mirasını kullanmaktayız. İbrahim Kafesoğlu, Malazgirt’in tarihimizdeki emsâlsiz yeri hakkında, son tahlilde şu isabetli tespitleri ortaya koymaktadır:
“Tarih boyunca kazanılan yüzlerce meydan muharebesinden, bugün elde ne kaldığı düşünülürse; Malazgirt’in değeri iyice anlaşılacaktır. Anadolu’yu vatan edinen Türk boyları, İslâmî akidelerle birlikte, eski bozkır yaşayış ve telakkilerinden büsbütün farklı tefekkürü, edebiyatı ve dünya görüşü ile bundan sonra, yerleşik medeniyet unsuru olarak cihan tarihinde çok verimli hamleler yapma imkânı kazanmıştır. Malazgirt, geniş tesir ve şümûlü ile tarihimizde yeni bir devrin başlangıç ve dönüm noktasıdır.”
Öte yandan, İslâm Âlemi’ne yönelik fecî bir tehlikeyi bertaraf etmesinden ötürü bu zafer; Müslümanlar üzerinde de derin yankı uyandırmış ve büyük bir sevinçle karşılanmıştı. Abbasi halifesi, Alparslan’ın gönderdiği fetihnâmeyi (zafer mektubu), devlet erkânı ve halk önünde coşkun bir törenle okutmuştu.
Şehir görülmemiş bir şekilde süslenip zafer takları kurulmuş ve devrin şairleri Alparslan’ı öven kasideler yazmışlardı. Halife, Sultan’a, değerli hediyelerle birlikte özel bir mektup yazarak, onu şu unvanlarla tebrik etmişti: “Allah’ın yardımına mazhar, galip ve muzaffer evlad, en büyük sultan, Arap ve Acem hükümdarı, dünya hükümdarlarının efendisi, Müslümanların sığınağı, devletin kahredici bileği, dînin parlak tâcı ve İslâm ülkelerinin sultanı…”
İslâm tarihçilerinin ekseriyeti bu zaferi, Hz. Ömer (ra) devrinde, Bizans’a karşı kazanılan ve İslâm hâkimiyetinin Asya ve Akdeniz’de kesin olarak yerleşmesini sağlayan, Kadisiye ve Yermuk zaferlerine benzetmişlerdir. Zafer, Batı Âlemi’nde ise, derin bir şok ve hayâl kırıklığı meydana getirmişti.
Bir müddet sonra, Anadolu ve Ön Asya’daki Türk-İslâm hâkimiyetine son vermek ve Bizans’ı kurtarmak için, asırlar boyunca sürecek olan “Haçlı Seferlerine” girişeceklerdi. Bu seferlerin zuhuru ve sonuçlarındaki tesirinden dolayı, Malazgirt Zaferi’nin, Avrupa Medeniyeti’nin teşekkülünde de büyük bir fonksiyonu olmuştur.
Kaynakça: İsmail Çolak, Doğu-Batı Kavşağında Osmanlı, İst.2004, Gelenek/Okul Yay., s.23-33; Ali Sevim, Anadolu’nun Fethi, Ank.1988, s.13-38,55-64,74; Ali Sevim, Yaşar Yücel, Türkiye Tarihi, Ank.1989, s.27-30,63-80; Claude Cahen, Türklerin Anadolu’ya İlk Girişi, Çev: Yaşar Yücel-Bahaeddin Yediyıldız, Ank.1988, s.5-17; Osman Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, İst.1980, s.281-298,375-377,388-399; İbrahim Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi, İst.1972, s.54-58; İbrahim Kafesoğlu, “Malazgirt Muharebesi Maddesi”, İslâm Ansiklopedisi, c.7, s.247; Faruk Sümer, Ali Sevim, İslâm Kaynaklarına Göre Malazgirt Savaşı, Ank.1988, s.7-11,62; Erol Güngör, Tarihte Türkler, İst.1989, s.82,234-236,249.