İslam İnsanın İhyasıdır

  • 05 Nisan 2018
  • 821 kez görüntülendi.
İslam İnsanın İhyasıdır
REKLAM ALANI

Şu husus tarihî bir gerçektir ki, Alemlerin Efendisi, zulüm ve anarşi içinde boğulmakta olan insanlığı, îmanın en kıymetli meyvesi olan merhamet ve şefkatiyle kucaklamış, rahmet ve dostluk dolu yüce davranışlar manzumesi ile nice kin ve intikam saflarını muhabbet haleleri haline getirmiştir. Onun bi’setinden evvel insanlar, çocukluk çağından başlayarak döven, zulmeden, işkence yapan, hemcinsine saldıran kimselerdi. Ancak o mübarek varlığın elinde her biri, merhamet güneşinin kendilerinde doğuşu ile bu sefaletten kurtuldu; seadeti tattı ve kendileri de kıyamete kadar gelecek bütün insanlığa müstesna rehberler oldu.

“Seni öldürmeye gelen
sen de dirilsin”
İslam’ın ulvî ve yegane düsturları, birer yıldız misali onların hayatından bizlere aksetti. Bu akislerden biri olarak Mus’ab bin Umeyr’in hali ne kadar hikmetli ve istikametlendiricidir: “Mus’ab bin Umeyr, beraberinde Es’ad bin Zürare olduğu halde Medîne’de Abd-i Eşhel ve Zafer oğullarının yurduna gitmişlerdi. O gün Abd-i Eşhel oğullarının liderleri Sa’d bin Muaz ile Üseyd bin Hudayr idi. İkisi de henüz müşrikti.

Sa’d, Mus’ab bin Umeyr’in gelişini duyunca Üseyd’e;
– Ne duruyorsun? Bizim zayıf ve cılız insanlarımızı aldatmak için gelen şu iki adamın yanına git ve onları buradan uzaklaştır! dedi. Üseyd de Mus’ab bin Umeyr ile Es’ad bin Zürare’nin yanlarına geldi; kötü sözler söyleyerek başlarına dikildi ve elindeki mızrağını onlara doğrultup;
– Yaşamak istiyorsanız buradan çekip gidin! dedi.

REKLAM ALANI

Mus’ab ise sakin ve mütebessim bir şekilde şu mukabelede bulundu;
– Eğer oturup dinlersen, sana söyleyeceklerimiz var. Sen akıl ve basîret sahibi seçkin bir kimsesin. Beğenirsen kabul eder, hoşlanmazsan uzak durursun, dedi. Üseyd, biraz düşünüp;
– Doğru söylüyorsun, diyerek mızrağını yere sapladı ve dinlemeye başladı.

Dinledikçe Mus’ab radıyallahu anhın anlattığı ilahî güzelliklerin cazibesine kapılarak İslam’ı kabul etti. Sonra huzur içinde oradan ayrılıp Sa’d’a;
– Onları dinledim, anlattıklarında da bir mahzûr görmedim” dedi.

Buna kızan Sa’d, bu defa kendisi Mus’ab’ın yanına gitti. Öfkeli idi ve kılıcını da yarıya kadar sıyırmıştı. Mus’ab radıyallahu anh onu da aynı şekilde karşıladı. Yatıştırdı. Sonra tatlı ve rûhu okşayıcı bir üslûp ile ona da bir kısım ilahî hakîkatleri anlattı. Böylece Sa’d da, Üseyd gibi anlatılanların ulvî cazibesine kapılarak iman kevserini yudumladı.

Hiç şüphesiz bu hal, Allah Rasulu sallallahu aleyhi vesellemin manevî terbiyesinde yetişen müstesna sahabelerin nasıl yüce bir olgunluğa eriştiklerinin bir misalidir. O bahtiyarlar, insanın ihyasından ibaret olan İslam’ın bereketiyle “Seni öldürmeye gelen sende dirilsin!” düsturunu beşeriyyet tarihine altın harflerle yazmışlardır. Zîra onlar, Hazret-i Mevlana’nın ifadesiyle biliyorlardı ki: “Rahmet denizleri coşunca, taşlar bile ab-ı hayatı içer. Toprak döşeme atlasa döner ve altın sırma ile dokunmuş bir kumaş halini alır. Yüz yıllık ölü mezarından çıkar, şeytan tabiatlı nice mel’unlar bile hurilerin de kıskanacakları bir güzel olur. Bütün bu yeryüzü yeşermeye başlar; kupkuru dal çiçek açar, meyve verir! Kurt kuzu ile bir sofrada yeyip içmeye başlar; ümitsizler hoş bir hale gelirler, izleri kutlu olur!”

Dünya İslam
ahlakına muhtaç
Bu çerçevede Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem, nice ölümü hak eden mücrimleri, hatta amcasını öldüren Vahşî’yi dahî afvedip hilm ile muamele buyurdu. Onun gönlünde ve huzurunda daima merhamet ve rahmet, gazabın önüne geçti. Beşeriyeti yakan nice gaflet ve dalalet alevleri, onun hakîkat kevserinde söndü ve emsalsiz goncaların yetiştiği bir gülistan halini aldı. Yaşadığı devrin gönülleri: “Dişsiz mi bir insan onu kardeşleri yerdi” şeklindeki bir vahşet ve cehaletten kurtuldu ve bir muharebe sonrası ölmekte olan susuz bir yaralının, kendisine getirilen suyu, diğer yaralı kardeşine yönlendirip: “Suyu ona götürün!”diyerek son nefesinde bile başkasını düşünen diğergam şahsiyetler yetişti.

İnsanlığı, işte böylesi ka’bına varılmaz manevî zirvelere götüren Hazret-i Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, oluşturduğu ilahî kervanın dosta ve düşmana karşı daima en önünde idi. Nitekim geçen asrın ortalarında Hollanda’nın Lahey şehrinde toplanan bir ilim ve fikir adamları konseyi de dünyanın yüz büyük adamını tesbît etmiş ve hepsi hıristiyan olan seçiciler, koydukları temel ahlakî ölçüler çerçevesinde bir numara olarak Hazret-i Peygamber’i tercih etmek zorunda kalmışlardır.

Yine calib-i dikkat bir husustur ki, ashab-ı kiramın yüzde doksanı sırf Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin üsve-i hasene şeklinde ifade edilen örnek şahsiyet ve karakterine, yüce ahlakına ve üstün vasıflarına hayran ve meftûn olarak İslam’ı tercih etmişlerdir. Ona düşmanlıkta en ileri gidenler bile kendisine hiçbir zaman “yalancısın” veya “zalimsin” gibi menfî sıfatlar kullanamamışlar ve onu kötülemek niyeti ile konuştuklarında dahî hakkında övgüden başka söz söyleyememişlerdir.

Dolayısıyla İslam’a gönül verip ona hizmet etmek isteyenler, bu mukaddes davanın her şeyden önce insanın ihyası olduğunu bilmelidirler. Çünkü her insan karşısında, Allah’ın, onları varlıkların en şereflisi olarak yarattığı ölçüsünden hareket ederek davranmanın gerektiğini idrak edebilenler, bu dînin bereketli saflarında Allah’ın rızasına uygun hizmet edebilirler. Yani İslam ideali, insan idealidir. İnsan ideali ise ancak gönül ölçüleriyle ortaya çıkan güzellikleri yeşertebilmekten geçer.

Bunun için İslam, doğuşundan itibaren insanı terbiyeyi esas almış ve müntesiplerini bütün insanlığın kendilerine hayran kaldığı şahsiyetler haline getirmeyi başarmıştır. O, ömrü boyunca nefsine söz vererek onun kumandasında hayvanî bir hayat yaşayan nice gafil insanı, melekî ölçülerle olgunlaştırarak göklerin gözlerini kamaştıran gönüller halinde yeryüzüne hediye etmiştir. Mesela bir zamanlar kızını diri diri gömmüş bir kimse olan Ömer bin Hattab, daha sonra bir karıncayı dahî incitmekten çekinen ulvî bir gönül ufkuna ulaşmıştır.

İslam insanı Hülagü olmaktan
kurtarır yunus yapar

Bu itibarla İslam, insanlara aşk ile yaklaşan bir rûhu temsîl eder. Onun sayesinde merhamet çekirdeğinden fışkıran mesuliyet, insanı sınırlı ve dar yapılı bir varlık olmaktan kurtarır, sonsuz ve ebedî bir hayatın sahibi kılar. Yani Hülagû olmaktan çıkarır, Yunus yapar.

Çünkü İslam, insanın ihyasıdır. Ve İslam’ın yüce yapısının doğurduğu bütün duygular, gerçek manada en insanî duygulardır. İşte Yûnus bu duygular içinde:

Gelin tanış olalım, işi kolay kılalım,
Sevelim, sevilelim; dünya kimseye kalmaz!..
Ben gelmedim dava için benim işim sevi için,
Dostun evi gönüllerdir, gönüller yapmaya geldim… 
beyitlerini söylemiştir.

Ve bu hissiyat, şanlı ecdad ile o kadar bütünleşmiştir ki, bir muharebe sonrası bize esir düşen bir düşman kumandanına: “Ne zalimsin ey merhamet; bana düşmanımı sevdiriyorsun!” dedirtmiştir.

Hal böyleyken bir kısım İslam düşmanları ve materyalistler, insana rûhun değil de beden uzuvlarının dinini ve şeklini tanıtmaya çalışmakta ve yüce İslam’ı günümüz fecaatlerinden biri olan terör kelimesiyle beraber kullanmaya kalkışmaktadır. Oysa terör ve anarşizm, kalbsizlik üzerine kurulmuştur ve onlara asla ahlak gibi ulvî hisler lazım değildir.

Osmanlı atları Vistül
Nehri’nden su içmedikçe
İslam ise, doğduğu günden itibaren her türlü terör ve anarşizme karşı tavır almış ve daima kafir olsun mü’min olsun her insanın hakkına riayeti esas edinmiştir.

Bu yüce ahlakı kendilerine şiar edinen Osmanlılar da, hakim olduğu yerlerdeki gayr-i müslimlere karşı dînde zorlama, ırkı yok etme ve kültür emperyalizmi gibi icraat ve zulümlere asla meydan vermemiş, ülkelerindeki gayr-i müslimleri Allah’ın kendilerine vedîası/emaneti kabul eden bir zihniyetle muamelede bulunmuşlardır. Bu davranışın bereketiyledir ki Lehistan’da:

“Osmanlı atları Vistül Nehri’nden su içmedikçe, bu ülkenin hürriyet ve istiklale kavuşamayacağı…”sözü, bir darb-ı mesel haline gelmişti.

Bu yönüyle Osmanlı, başka milletlerin tercih ettiği bir devlet hüviyetinde olmuştur. Nitekim Bizans asillerinden olan hıristiyan Grandük Notaras’ın, Fatih’in askeri surları zorlarken Ayasofya’daki bir müzakerede Papa’dan yardım taleb edilmesi teklîfine karşı sarfettiği şu ifade de meşhurdur: “İstanbul’da kardinal şapkası görmektense, Türkler’in sarığını görmeyi tercîh ederim!..”

REKLAM ALANI
ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

BİR YORUM YAZ