HİKMET PINARI / Tefekkür Kalbin Amelidir
HİKMET PINARI
Tefekkür Kalbin Amelidir
Gülistan Araştırma
İki şahıs Hz. Aişe radıyallahu anha’yı ziyaret ettiler ve “Rasûlullah aleyhisselatu vesselamda gördüğünüz etkileyici bir şeyi anlatır mısınız?” diye sordular.
Hz. Aişe Annemiz şöyle anlattı:
“Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem bir gece kalktı, abdest aldı, namaz kıldı. Namazda çok ağladı. Öyle ki, secde esnasında, mübarek gözyaşlarıyla yerleri ıslattı. Sonra Hz. Bilal radıyallahu anh geldi. Onu öyle görünce:
“Sizin geçmiş ve gelecek tüm günahlarınız affedilmişken, sizi ağlatan nedir?” diye sordu.
Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem;
“Şükreden bir kul olmayayım mı?” dedi ve ekledi:
“Bu gece Allah bir ayet indirdi. Bu ayeti okuyup da üzerinde tefekkürde bulunmayan, düşünmeyen kişilere yazıklar olsun!” Sonra da şu ayeti okudu:
إِنَّ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَاخْتِلاَفِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ لَآيَاتٍ لِأُولِي الْأَلْبَابِ
“Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece gündüzün peş peşe gelişinde, akıl sahipleri için ayetler (deliller, ibretler) vardır.
الَّذِينَ يَذْكُرُونَ اللّٰهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَى جُنُوبِهِمْ وَيَتَفَكَّرُونَ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَاْلأَرْضِ رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هَذَا بَاطِلاً سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ
“Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler:) Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru!” (Al-i İmran, 190-191)
Kâinat Kitabını Okumak
Allah-u Zülcelâl Kur’ân-ı Kerim’de bizi sürekli tefekkür etmeye, İlahi kudreti temâşâ kılmaya çağırıyor. Görülen her şeyde Allah’ın yüceliğini gösteren âyet, delil ve burhanları fark etmeye davet ediyor.
Rabbimiz hiç dikkat etmeden yanından geçip gittiğimiz şeylere dikkat çekerek bunlar üzerinde tefekkür etmemizi hatırlatıyor:
وَهُوَ الَّذ۪ي مَدَّ الْاَرْضَ وَجَعَلَ ف۪يهَا رَوَاسِيَ وَاَنْهَارًاۜ وَمِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِ جَعَلَ ف۪يهَا زَوْجَيْنِ اثْنَيْنِ يُغْشِي الَّيْلَ النَّهَارَۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ
“O Allah ki, yeryüzünü enine boyuna yayıp genişletti, oraya yerinden oynatılamaz dağlar yerleştirdi, nehirler akıttı ve orada her bir ürünü çifter çifter yetiştirdi. O, sürekli olarak geceyi de gündüze bürüyüp duruyor. Doğrusu bütün bunlarda, düşünebilen kimseler için nice deliller vardır.” (Rad; 3)
Etrafımızda gördüğümüz her şey Allah’ın muazzam kudretini ve muhteşem sanatını ilan etmektedir. Ufuklarımızı süsleyen, zirveleri semaya yükselmiş yüce dağlar, rengarenk çiçekli, mis kokulu bağlar, bahçeler, bereketli ovalar ve engin deryalar lisan-ı halleriyle Hâkim-i Kibriya’nın varlığını ve birliğini fısıldamaktadır.
Kâinat hal diliyle insana çok şey söyler ama bunu anlamak için bir tercümana ihtiyaç vardır. O tercüman da Allah’ın nazil ettiği Kur’ân-ı Kerim ayetleri ve bu ayetleri açıklayan Resul-i Zişan efendimiz aleyhisselatu vesselamdır.
İnsan bu dünya üzerinde birçok nimeti hazır buluyor. Allah’ın verdiği akılla bu nimetlerden faydalanıyor, ihtiyaçlarını gideriyor. Fakat bunları kendisine musahhar kılan, hizmet ettiren Rabbini hiç hatırlamıyor. Rabbimiz bu nimetleri insanın emrine vermesindeki hikmeti düşünmemizi istiyor:
وَسَخَّرَ لَكُمْ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِ جَم۪يعًا مِنْهُۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ
“Ayrıca O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendi tarafından bir lütuf olarak sizin hizmetinize verdi. Bütün bunlarda düşünen bir toplum için elbette nice dersler ve ibretler vardır.” (Câsiye; 13)
Rabbimiz, insanoğlunun, indirdiği ayetler rehberliğinde tefekkür etmesini o kadar ehemmiyetle emreder ki, ayetlere kulak verip dinlemeyen, tefekkür etmeyen insanların hayvandan farkı olmadığını hatta daha sapkın durumda olduğunu bildirir:
“Yoksa sen onların gerçekten dinleyeceğini yahut düşüneceğini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidirler. Hatta onlar, yolca daha da sapıktırlar!” (Furkan; 44)
İnsan, mahlukatın en şereflisi olarak akıl sahibi olarak yaratılmıştır. Ancak akıl da bir rehbere muhtaçtır. Rehberi olmayan veya yanıltıcı rehberlere uyan akıl da doğru düşünemez. Bunun için Rabbimiz insanlara birbiri ardınca Peygamberler gönderip kitaplar nazil ederek tefekkürüne rehberlik etmiştir.
Hatem’ül Enbiya olan Peygamberimiz aleyhisselatu vesselamın da gönderiliş sebebi insanlara doğru düşünmek ve gereğini yapmak için rehberlik yapmaktır:
بِالْبَيِّنَاتِ وَالزُّبُرِۜ وَاَنْزَلْنَٓا اِلَيْكَ الذِّكْرَ لِتُبَيِّنَ لِلنَّاسِ مَا نُزِّلَ اِلَيْهِمْ وَلَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ
“O Peygamberleri apaçık delillerle ve kitaplarla gönderdik. Sana da, hikmet ve öğüt dolu bu Kur’an’ı indirdik ki, kendilerine indirilen gerçekleri insanlara apaçık bir şekilde anlatasın ve böylece onlar da Allah’ın âyetleri üzerinde düşünsünler.” (Nahl; 44)
“Rabbinin Adıyla Oku!”
Kur’ân-ı Kerim ayetleri insana kainattaki kevni ayetleri okuması için ders verir. Kur’an’ın ilk nazil olan ayeti “ikra” yani “oku” ayetidir. Ama nasıl okunacak? “Rabbinin adıyla…”
Okumaktan maksat Yaratan’ın kâinatta sergilediği Esmâ-i İlahiyye’yi okumaktır. Bu harika sanat sergisinde dolaşırken Yüce Sanatkar’ın kudret ve azametini, hiçbir şeyi boş ve anlamsız yere yaratmadığını, idrak etmektir. Bu idrakin sonunda da marifetullaha erişmek yani kalpte Allah’ı tanıyarak ona layık kulluğu yapamadığımızı görmek ve yine Allah’ın rahmetine, mağfiretine sığınmak…
Kâinatta görünen nizam ve intizam Allah’ın birliğine, noksan sıfatlardan münezzeh ve kemal sıfatlarla muttasıf olduğuna en büyük bir delildir. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, bu ayetleri okuyup da tefekkür etmeyen, manaları üzerinde derinlemesine düşünmeyenlere “Yazıklar olsun,” diyerek ikaz etmektedir.
Allah Resûlü aleyhisselatu vesselam hayatı boyunca insanlara Kur’an-ı Kerim ayetlerini okuyarak kâinat kitabındaki ibretlerin nasıl okunacağını öğretmiş ve böylece Allah-u Zülcelâl’i tanıtmıştır.
Kâinat, insanın önüne serilmiş, çok büyük ayetler ve ibretlerle dolu bir sanat harikasıdır. Ondaki hikmetleri ve sırları okumak için evvela iman gözlüğü takılmış kalp gözüyle bakmak lazımdır. Çünkü iman gözlüğü takılmayınca kalbin gözü ibretleri görmez.
Bugün imansız bir gözle, kuru akıl gözüyle bakanlar kainattaki nizamı, kudret ve azamet işaretlerini görmemektedirler. Çünkü onlar sadece varlığın zahirini gören bir gözle bakmaktadırlar.
Allah-u Zülcelâl böyle nefsin menfaat ve arzularından başka bir şey görmeyenler hakkında şöyle buyuruyor:
يَعْلَمُونَ ظَاهِرًا مِنَ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَاۚ وَهُمْ عَنِ الْاٰخِرَةِ هُمْ غَافِلُونَ
“Onlar, dünya hayatının zahirini, görünen yüzünü bilirler. Âhiretten ise, onlar tamamen gafildirler.” (Rum; 7)
Bu ayet-i kerimenin tefsirinde Fahreddin er-Râzî şöyle demiştir:
“Onların bilgileri dünyaya mahsustur. Bununla beraber onlar, dünyayı da olduğu gibi bilemezler. Sadece dünyanın dış görünüşünü bilirler ki bu da onun lezzetleri ve eğlenceleridir. Onlar dünyanın zararları ve sıkıntılarından ibaret olan iç durumunu bilmezler. Dış varlığını bilirler, onun yok olacağını bilmezler. Âhiretten de gafildirler.” (Tefsîr-i kebîr, 25/97)
Devamındaki ayet-i kerimede buyurulur:
اَوَلَمْ يَتَفَكَّرُوا ف۪ٓي اَنْفُسِهِمْ۠ مَا خَلَقَ اللّٰهُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَٓا اِلَّا بِالْحَقِّ وَاَجَلٍ مُسَمًّىۜ وَاِنَّ كَث۪يرًا مِنَ النَّاسِ بِلِقَٓائِ۬ رَبِّهِمْ لَكَافِرُونَ
“Onlar, Allah’ın gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunan her şeyi ancak gerçek bir sebep, derin bir hikmet, şaşmaz bir kanun ve belirli bir ecel ile yarattığını kendi içlerinde hiç düşünmezler mi? Ne var ki, insanların çoğu, öldükten sonra dirilip Rablerine kavuşacaklarını kesinlikle inkâr etmektedir.”(Rum, 8)
Kâinat kitabı bir yandan Yaratıcının kudretini sergilerken bir yandan da bu kâinat manzarasının faniliğini gösterir. Alimlerin “kevn ve fesad alemi” dediği bu dünya hayatı devamlı kalma yeri değildir. Bu alem doğum ile ölümün birbirini izlediği bir kovalamaca sahnesidir. Rabbimiz de bu dünya hayatının faniliğinden ibret almamızı istediğini bildirir.
İnsan bu dünyada kalıcı değildir. Sırf dünya için çalışanlar, kendilerini ahirette müflis olarak bulacaklardır. İnsan dünyanın geçici süslerine aldanmamalı, sonunu, ahirini, yani ahiretteki hesabı tefekkür etmelidir.
Tefekkür Marifetullah’a Eriştirir
Tefekkür kadar kıymetli ve bereketli bir amel yoktur. Çünkü tefekkür imanlı kalbin amelidir. Allah-u Zülcelâl de en çok kullarının kalbine nazar eder ve amellerine kalbindeki niyete göre kıymet verir.
Tefekkür hem kalbin bir amelidir hem de kalbi yüksek duygulara eriştiren bir ameldir. Tefekkür eden kişi Allah’ı çok sever, O’ndan çok korkar, O’na itaat eder ve O’nu çok zikreder. Tefekkür eden ibadetinde ve zikrinde daha fazla maneviyat ve huşu hisseder. Bu sebeple amellerin en makbulü ve en efdali tefekkürdür.
Doğru bir tefekkür ile insan kurbiyet-i ilâhiyeye nail olur. Çünkü doğru tefekkür eden kişi Kur’an’ın ifadesiyle “ülü’l-elbâb” yani öz sahibi, selim kalp ve akıl sahibi olur.
Selim kalp, her türlü vehim ve şüphelerden arınmıştır ve Allah’ın razı olduğu şekilde düşünüp fehmetme özelliğine sahiptir. Dünyanın faniliğini görüp de ibret almayan, ahiret haberleri hakkında düşünmeyen, iman etmeyen kişinin kalbi taştan daha katıdır. Kalpler böyle katılaşmış olmasaydı, hiçbir insan gafletle ömrünü heba etmezdi.
Allah-u Zülcelâl gaflete dalmış, düşünmeyen, ayetlerini okumayan, ibret almayan kullarına şöyle sitem eder:
“Eğer biz bu Kur’an’ı bir dağın tepesine indirseydik, sen onu Allah korkusundan başını eğip paramparça olduğunu görürdün. Biz bu misâlleri insanlara veriyoruz ki, etraflıca düşünüp gerekli dersi alsınlar.” (Haşr; 21)
Evet, bu ayetlerde öyle ahiret haberleri veriliyor ki, onları dinleyip anlayacak olsalar dağlar bile paramparça olurlardı ama ne yazık ki insanlar etkilenmiyor. Çünkü insanoğlunun nefsi onu dünya ile, boş arzu ve duygularla oyalayıp gidiyor.
Allah-u Zülcelâl hakiki müminleri ise şöyle methediyor:
“Gerçek mü’minler ancak o kimselerdir ki, yanlarında Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir, kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğu zaman bu onların imanını artırır ve bütün işlerinde sadece Rablerine dayanıp güvenirler. Namazlarını kılarlar, kendilerine verdiğimiz şeylerden bir kısmını Allah yolunda harcarlar. Gerçek müminler işte onlardır. Rableri katında onlar için yüksek mevkiler, bağışlanma ve değerli rızık vardır.” (Enfâl; 2-5)
Bu âyetlerde bahsedilen müminler, imanları kemâle ermiş olan seçkin müminlerdir. Allah-u Zülcelâl onların bazı vasıflarını saymakta ve onlara verilecek mükâfatları bildirmektedir. Onların birinci vasfı, yanlarında Allah anıldığı zaman O’nun azametini, kudret ve kuvvetinin büyüklüğünü düşünerek yüreklerinin ürpermesidir. Demek ki kâmil mânada mümin olanların imanlarıyla duyguları arasında bir etkileşim vardır. Onlar Allah’ın adını duyduklarında heyecanla ürperirler, gönüllerinde heybet ve haşyet gibi duygular oluşur. Yahut onlar Allah zikrini duyar duymaz kalpleri harekete geçer, bu zikre iştirak eder. Çünkü onların kalplerinde Allah sevgisi ve iştiyakı her şeyden daha fazla yerleşip kök salmıştır. Sahip oldukları imanın nûruyla kalpleri incelmiş, letâfet kazanmıştır. Böylece bu kalpler, kasvet ve katılıktan kurtularak Allah’ı zikre yumuşamışlardır.
İkinci vasıfları, kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğu zaman imanlarını artırmasıdır.
Allah’ın âyetleri karşısında insanlar üç gruptur:
Birincisi; iman nimetine erişip bu âyetlere teslim olanlar, onlardan gereken ders ve ibreti çıkaranlar.
İkincisi; Allah’ın ayetlerini açık bir kalple dinleyip, onlar üzerinde tefekkür ettikleri halde henüz iman nimetine erişemeyen ve kalbi mutmain olmayanlar. Bu insanlar kalplerini kapatmadıkları için, âyetleri dinledikçe ve gördükçe, inanıp kalplerinin mutmain olması mümkündür.
Üçüncüsü; önceden iman etmemeye karar vermiş, kalbi kapalı kimseler. Bu kimseler hakkında ayet-i kerimede şöyle buyurulmuştur:
“Kendine okunan Allah’ın ayetlerini dinleyip, sonra, onları hiç duymamış gibi büyüklük taslamakta direnen, yalancı ve günahkâr kişinin vay haline! Ona can yakıcı bir azap müjdele.” (Casiye 7-8)
Demek ki, Allah’ın ayetlerini dinlediği halde iman etmemenin sebebi, kendini iman etmeye muhtaç görmeyip kibirlenmek, inatlaşmak, yalancılığı adet ettiği için kimseye inanmamak ve günahlara alışkın olduğu için kendisini uyaran dini nasihatlere kendini kapatmak gibi kötü sıfatlardır.
Bu sıfatlardan uzak olan temiz kalpli kişiler iman etmeye elverişlidir. Allah’ın ayetlerini dinlemek de mü’minlerin imanlarını artırmaktadır.
Kelam alimleri imanın artma ve eksilme kabul edip etmeyeceği konusu üzerinde görüş beyan etmişlerdir. Ehl-i sünnet alimlerine göre iman tasdik demek olduğu ve tasdik de bölünmeye müsait olmadığı, inanılacak konular da belirlenmiş olduğu için bunların nicelik yönünden artması veya eksilmesi mümkün değildir.
Bu âyette olduğu gibi artma veya eksilmeden söz eden metinleri şu şekillerde yorumlamak ve anlamak gerekir:
a) Dine toptan ve ilke olarak inananlar, âyetler geldikçe detayları öğrenir ve bunlara da inanarak imanlarını arttırırlar.
b) İman üzerinde devam ve sebat etmek de süresi bakımından onun artması demektir.
c) Mümin inancına göre yaşamaya devam ettikçe ibadetleri ve güzel davranışları, imanın gönüllerde ve zihinlerde hâsıl ettiği aydınlığı (nuru) arttırır. (Ebü’l-Muîn en-Nesefî, I, 809 vd.).
Demek ki müminler, Allah’ın âyetleri okundukça bu ayetler yeni mevzulardan bahsedip deliller getirdikçe bunlara da iman etmek suretiyle imanlarını tahkiki ve tafsili iman seviyesine yükseltirler. Her bir âyetin ihtiva ettiği edebi güzellikler, gayb haberleri ve hikmetler sebebiyle Kur’an’a bağlılıkları artar. Her bir ayet-i kerimeyi dinleyip anladıkça bu Kur’an’ın Allah’tan geldiğine imanlarını güçlenir.
Müminlerin bir sıfatı da sadece Rablerine tevekkül etmeleridir. Müminler dünya ve ahiret hususunda bütün işlerinde Allah’a dayanıp güvenirler, yalnızca O’ndan korkar ve yalnızca O’ndan yardım beklerler. Gönüllerini fâni olan mal, evlat, makam ve şöhrete değil bâkî olan Allah’a bağlarlar. O’nun dilediğinin vukua geldiğini, dilemediğinin ise olma ihtimalinin bulunmadığını çok iyi bilirler.
İşte kalplerinde imanın kuvvetlenmesi ve tevekkül gibi manevi sıfatlara sahip olan bu müminlerin bir sıfatı da namazlarını dosdoğru kılmalarıdır. Namaz, Allah’a kulluğun, itaatin ve Allah’a yaklaşmanın en kuvvetli vasıtası olduğu için namazı dosdoğru kılmaya büyük bir özen gösterirler. Zahiri ve manevi temizliğe, farzlara, vaciplere, sünnetlere ve edeplere tam riayetle namazı ifa etmeye çalışırlar.
O müminlerin bir sıfatı da Allah’ın verdiği rızıktan zekat vermeleridir. Allah’ın onlara nasip ettiği nimetleri kendileri de helal ve meşru yerlere sarf ettikleri gibi, aile ve akrabalarından başlamak suretiyle ihtiyaç sahiplerine de nafaka, zekât ve sadaka verir, vakıf kurma, ödünç verme ve ikram etme gibi yardım ve iyilikleri ihmal etmezler.
İşte bu vasıflara sahip kişiler gerçek mü’minler olup onlara âhirette şu mükâfatların verileceği müjdelenmektedir:
Mü’minlere, amellerine göre cennette yüksek dereceler verilecek ve Allah’a yakınlıkları artırılacaktır.
Onların günahları bağışlanacaktır; Allah’ın sonsuz af ve mağfireti sayesinde her türlü hata ve kusurlardan arınacak, tertemiz hale geleceklerdir.
Onlara, cömertçe ikram edilen, bitmek tükenmek bilmeyen, hesap korkusu olmayan bol, değerli ve kaliteli rızıklar ihsan edilecektir.
Allah-u Zülcelâl hepimize Ramazan-ı şerifin manevi iklimini vesile bilip tefekkürümüzü derinleştirmemizi nasip eylesin. Amin.