Hased Sevapları Yok Eder
Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki:
“Size eski ümmetlerde olan kalp hastalığı sirayet etti. Bu, haset ve buğzdur ki, o kazıyıcıdır. Bilesiniz; kazıyıcı derken saçı kazır demiyorum, o dini kazıyıcıdır. Nefsimi kudret elinde tutan Zât-ı Zülcelâl’e yemin ederim, sizler iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Birbirinizi sevmeye yardımcı olacak şeyi haber vereyim mi: Aranızda selâmı yaygınlaştırın.” (Tiırmizî, Sıfatu’1-Kıyâme 57,)
Hased, bir kişinin başkasına verilmiş olan herhangi bir üstünlük, bir nimet veya başarı karşılığında rahatsızlık duymaktır. Halk arasında kıskanmak, çekememek gibi kelimelerle ifade edilen hased duygusu, gıpta etmek veya imrenmekten farklıdır. Çünkü imrenmek ve gıpta etmek aynı nimetin kendisine de verilmesini arzu etmek demektir. Hased ise başkasının sahip olduğu nimetlerin onun elinden gitmesini istemektir.
Hased her nefiste bulunan ve insanı türlü kötülüklere sürükleyen ahlaki hastalıklardan birisidir. Hased duygusu herkeste bulunmakla birlikte farklı derecelerde etkilidir. Kimi insanlar hased duygusunu bir an için hissetse de bununla başa çıkabilir. Kimileri ise bu duyguya sahip çıkar ve böylece bu kötü duygu iç dünyasına iyice yerleşir, bütün benliğe hâkim olur.
Şeytanın dürtüklemesi ile bir anlığına hissedilen hased duygusundan kurtulmak için hemen nefsi kontrol altına almak gerekir. Bu duygu insanın iç alemine yerleşirse birçok kötülüklere sürükler.
İnsan, eline, ayağına ve diğer uzuvlarına bir derece hakim olabilir ama kalp hakim olması en zor uzvumuzdur. Çünkü kalbimizde biz daha farkına bile varmadan çeşitli hisler dalgalanıverir. Buna karşı en etkili çaremiz, bu duygunun kötü olduğunun şuuruna varmaktır.
Hased Şeytanın Ahlakıdır
Allah-u Zülcelâl atamız Hz. Âdem aleyhisselamın başından geçenleri anlatırken bize nefsimizin en tehlikeli huylarını tanıtmıştır. Malum, İblis’in Âdem babamızı kıskanması, nihayet Allah’ın huzurundan kovulmasına sebep olan hadiseler zincirini başlatmıştır.
İntikam için insanoğlunu da aynı felakete sürüklemek isteyen İblis, daha sonra Hz. Âdem’in oğlu Kabil’i kardeşini kıskanması için kışkırtmış ve böylece yeryüzünde ilk kan dökülmüştür.
O zamandan beridir dünyadaki kötülük ve husumetlerin kaynağında çoğu zaman hased duygusu yer almıştır. Hasedin en büyük zararı hasetçi kişinin kendisinedir. Mesela Yahudilerin bekleyip durdukları halde Peygamberimize iman etmemelerinin sebebi haseddir. Ebu Cehil, çok akıllı bir adam olduğu ve içten içe Peygamber efendimizin doğru söylediğini anladığı halde kabilecilik çekememezliği sebebiyle iman etmemiştir.
İşte hased kişiyi böyle rahmet ve hidayetten mahrum etmektedir. Allah-u Zülcelâl onların bu hallerini yüzlerine vurduktan sonra: “Rabbinin rahmetini hasetçiler mi taksim edeceklerdir?!” (Zuhruf, 32) diyerek onları azarlamıştır.
Bunlar Peygamberimize zorluk çıkarmak ve eziyet etmek dışında bir zarar veremediler ama kendileri hidayet nimetinden mahrum oldular, ebedi bir felakete dûçar oldular. Rabbimiz, “Onlar Allah’ın nurunu üfleyerek söndürmek isterler. Fakat kâfirler hoşlanmasalar da Allah nurunu tamamlayacaktır.” (Tevbe, 32) buyurmuştur.
Bu ayet-i kerimelerden de anlayabiliyoruz ki hased kâfirlerin ve münafıkların ahlakıdır. Münafıklar kalplerindeki hasedi gizleyen, Müslüman gibi görünen kişilerdi. Allah-u Zülcelâl onların kötü ahlakını şöyle haber vermiştir: “Size bir iyilik dokunursa, bu onları (münafıkları) üzer, size bir kötülük dokunursa, bu onları sevindirir.” (Al-i İmran, 120)
İnsan bu hakikatler üzerinde tefekkür ederse hased duygusunun hep Allah’ın sevmediği kişilerin ahlakı olduğunu, müminlere yakışmayacağını anlar. Eğer müminin kalbinde bu duygu varsa onunla son nefese kadar mücadele etmelidir. Eğer etmezse, kalbindeki bu kötü duygular onun sevaplarını yakıp yok eder. Nitekim Peygamberimiz şöyle buyuruyor:
“Sakın haset etmeyin, çünkü ateş odunu yiyip bitirdiği gibi, haset de salih amelleri yer bitirir.” (Ebu Davud, 4903)
Fani Nimetleri Kıskanmaya Değmez
Biraz düşünecek olursak bu dünyada insanlara verilmiş olan hiçbir nimet kıskanmaya değmez. Çünkü bu dünyada verilen fani nimetler, ahirette hesaba çekilmeye sebep olan birer imtihandan başka bir şey değildir.
Allah-u Zülcelâl her kulunu farklı şekillerde imtihana çeker. Kimini varlıkla kimini yoklukla… Kişinin hangi çeşit imtihana maruz kalacağı da bir liyakate göre olmamaktadır, sadece Allah’ın takdiri iledir. Bütün bunları bilen, bunların üzerinde düşünerek duygularına hakim olanlar, hiç kimseye hased etmezler.
Nitekim Hasan Basrî rahmetullahi aleyh Hazretleri buna işaretle şöyle demektedir:
“Ey insanoğlu! Niçin kardeşini çekemiyorsun? Ona verilen nimet onun hakkı ise (iyiliğe kullanarak kendisini ona layık hale getirmişse) Allah Zülcelâl’in ikram ettiği kişiye kızmaya ne hakkın var? Şayet hakkı değilse, (kötü yolda kullanıyorsa, sonunda) cehenneme girecek adamın nesini çekememezlik edersin?”
Hele hele ölümü sık sık hatırına getiren insan, bu vefasız dünyanın geçici nimetlerine hiç kıymet vermez, onlara hased etmediği gibi gıpta bile etmez. Ebu’d- Derdâ hazretleri:
“Ölümü çok hatırlayanda ne kendi nimetleri sebebiyle sevinç bulunur ne de başkalarının elindeki nimetlere karşı haset…” diyor.
Mademki dünya geçicidir, eninde sonunda her nimet zeval bulacaktır. Önemli olan nimet elden gitmeden önce onunla Allah’ın razı olacağı amelleri işlemektir. Bir mümine yakışan odur ki, elindeki mevcut nimetin şükrünü eda edip ahirete hazırlanma derdi ile meşgul olmaktan başkalarına bakmaya fırsatı olmasın.
Evet, Allah-u Zülcelâl insana bir duygu dünyası vermiş, insan elinde olmadan başkalarının halinden etkilenir. Ancak bu etkilenmeyi “başkalarını çekememek,” şeklinde kötüye yönlendirmenin insana birçok zararı vardır. Her şeyden önce haset duygusu insanı için için yiyen bir kurt gibidir.
Hased, müminlerin arasına düşmanlık sokar ve birlik beraberliği yok eder. Çeşitli bahanelerle müminlerin arasında fitne ve tefrika çıkmasının ardında çoğu zaman hased ve husumet hisleri bulunur. Bu sebeple ne kadar haklı gibi görünse de hased hissine karşı uyanık olmalıdır.
İmam Şafiî rahmetullahi aleyh diyor ki: “Dünyada en huzursuz kişi, gönlünde haset ve kin tutandır.”
Gerçekten de hased en büyük derttir. İnsanın başına bir hastalık veya başka bir dert gelse, Allah’a dua eder, bu dert onun için bir kefaret ve rahmet vesilesi olur. Neticesinde mükâfata kavuşmuş olarak o dertten kurtulur.
Hased ve husumet derdi ise, hem insana rahat vermez hem mükafatı yoktur aksine cezası vardır, hem de insan kendi kalbini bu çirkin huydan temizlemedikçe kurtulma imkanı yoktur. Çünkü hased eden insana, her nimet sahibi bir eziyet kaynağı olur. Hatta kıskandığı kişinin elinden nimet gitse bile yine hased sahibi rahat bulmaz, çünkü dünyada nimet ve başarı sahibi insanlar oldukça o her zaman kıskanacak birine rastlayacaktır. Bu sebeple en iyi çare kalbi temizlemektir.
Abdullah İbn-i Ömer radıyallahu anh anlatıyor: Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve selleme soruldu:
– Ey Allah’ın Resûlü, insanların faziletlisi kimdir? Peygamberimiz aleyhisselatu vesselam:
– Temiz kalpli ve doğru sözlü olan herkestir, buyurdu. Ashab-ı Kiram Hazerâtı bu sefer:
– Doğru sözlüyü biliyoruz ama temiz kalpli olmak ne demektir? diye sordular, Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem:
– O, içinde günah, baş kaldırma, aldatma ve haset olmayan, tertemiz kalptir, buyurdu. (İbn Mâce; Zühd, 24)
İmrenilecek Tek Nimet
Hased kötü bir duygu olmakla birlikte imrenmek kötü bir duygu değildir. İnsan başkalarının elinde gördüğü bir nimeti kendisinde de görmek isteyebilir. Ancak asıl imrenilecek olan nimet, hidayet ve salih amellere muvaffak olmaktır. İşte eğer gıbta edilecekse bunlara edilmelidir. Nitekim Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor:
“Ancak şu iki durumdaki kişiye imrenilebilir: Allah bir adama Kur’ân’ı verir, o da onu gece gündüz okur ve Allah bir adama servet verir, o da onu gece gündüz infak eder.” (Buhârî, İlm, 15)
Mümin kardeşlerimizin işlediği salih amellere gıpta ettiğimiz zaman da yapılacak şey bellidir; onları elden geldiği kadar örnek almak.
Rabbimiz her kulunu kendi elindeki imkanlardan sorumlu tutmaktadır. İmkanı çok olan, o imkanlar ölçüsünde amel etmekten sorumlu olduğu gibi, imkanı az olanlar da elindeki imkanla ne kadar yapabilirse onun mükafatına kavuşur.
Peygamber aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
“Bir dirhem, yüz bin dirhemi geçmiştir.”
“Bu nasıl olur, ey Allah’ın Resulü?” diye sordular. Şu cevabı verdi:
“Bir adamın iki dirhemi vardı. Bunlardan daha iyisini tasadduk etti. Diğeri ise, malının yanına varıp, malından yüz bin dirhem çıkardı ve onu tasadduk etti.” (Nesai, Zekat, 49)
Demek ki başkasının elindeki imkânın hasretini çekip durmaktansa, kendi elindeki imkânlarla yapabileceği kadar iyilik yapmak daha faydalıdır. Çünkü Rabbimiz, az imkânı olduğu halde fedakârlık yaparak iyilik yapan kişilere daha fazla mükâfat vaad etmektedir. Kısacası, mümine yakışan ahlak, sahip olmadığı şeylerin hasretini çekmektense kendi elindekilerle amel yapmaya bakmaktır.