Hâlâ Yaşıyorsan Bir Sebebi Var

  • 19 Nisan 2014
  • 931 kez görüntülendi.
Hâlâ Yaşıyorsan Bir Sebebi Var
REKLAM ALANI

“Herkes insanlığı değiştirmeyi düşünür, ama hiç kimse önce kendini değiştirmeyi düşünmez.” (Tolstoy)

Çoğu insanın aksine kabristanları çok severim ben. Pek çok diriden daha iyidir ölüler. Zarar vermedikleri gibi öğüt verirler insana. Diriler gibi boş konuşmazlar. Konuşamazlar ama sonunda varacağım durağı hatırlatırlar bana. Haykırırlar sanki ziyarete gelenlere: “Ey yolcu, bak da biraz ibret al, sonun bizimkinden farksızdır onu bil” diye.

“Bizden daha şanslı hissetme kendini. Onu yalnız Allah bilir. Acıyıp durma halimize, ağlama bizim için. Şayet bizi görmene rağmen hâlâ boşa geçiyorsa günlerin, sen de en az bizim kadar acınacak haldesin. Doğduğunda hayat otobüsüne bindin sen de bizim gibi. Üstelik sen farkında olmasan da inmen için ikaz düğmene basıldı bile. Yanıp sönüyor ışığın. Ha durdu ha duracak otobüsün. Son durak denilecek; açılacak kapılar. İneceksin ister istemez. İşte, o zaman soracaksın kendine, neredeyim ben diye.

REKLAM ALANI

Hayat tramvay gibidir… Tam yer bulmuş, oturacakken, bir de bakmışsın son durağa gelmişsin.

Tüm yaptığın nankörlük ve inkâra rağmen, Rabbin sana hâlâ fırsat veriyor bak, hayattasın. Silkelen, şöyle bir kendine gel. Şu an burada senin değil bizim yatıyor olmamız, senin henüz vaktini tamamlamamış olmandan. Senin sayende döndüğünü sanma dünyanın. Öldüğünde cenazende dökülen birkaç gözyaşının ardından, haliyle herkes işine gücüne dönecek. Senden sonra da hayat kıyamete değin devam edecek.

Hâlâ yaşıyorsan bir sebebi var… Gidip bir uzan istersen az ilerdeki musalla taşına. Bedenin taşın soğukluğunu hissederken, sen de bir düşün bu arada. Ya, gelmesinde şüphe bulunmayan o an bu an olsa…

Şu an ölmüş olarak, çıplak bedenini beyaz kefene sarılı bir tabutun içinde hayal et… Etrafında toplanan insanlar. Ardından okunan dualar… İşitmeye çalış sesleri. Bir an sor kendine; ya şimdi ölmüş olsaydım ve hayata dair her şeyimi ardımda bıraksaydım, yaşarken ne yapmak isterdim?

Sor kendine; insan iki günlük bir tatile çıkarken bile hazırlık yapıp ihtiyaç duyacağı şeyleri yanına alıyorken, sonsuzluk yolculuğuna çıktığım şu anda kayda değer neyim var yanımda? Boşa geçmiş bir ömrün hesabını vermek kolay olmasa gerek!

Vicdan terazisine koy hayatını. Ölç, tart kendini “Ne durumdayım?” diye. Amaçsız yaşadığın bunca yılın ardından, en azından kalmışsa şayet, önündeki yıllarını hayırlı işler ile geçirmeye çabala. Anlamlı kıl yaşamını. İnsan olarak, akıldan yoksun diğer canlılardan bir farkın olsun yaşarken, istersen hayır ve iyiliklerle yaşamını güzelleştirmek senin elinde.

Yarın bambaşka bir insan olacağım diyorsun.
Niye bugünden başlamıyorsun?

                                            (Epiktetos)

Kaçma gerçekten. Zira bundan öte gerçek yok insana. Asilik yapma seni yaratana. Emirlerinden dışarı çıkma. Yaşarken o dik başın dönmediyse bir kez olsun kıbleye, mezarında kıbleye bakacak merak etme. Kibrinden burnun havada gezdiysen bunca zaman, en ufak bir parça dahi kalmayacak senden geriye. Yürürken yeri delecek, göğe yükselecek gibi sanıyordun ya kendini, bak, yerin altına koyacaklar öldüğünde seni!

Paranın her sorunu çözeceğine inanıp esiri oluyordun ya; bak! Paranın geçmediği bir yere geleceksin. Duyabileceğin iki söz var geldiğinde buraya, yaşadığın hayatın sonunda: “Gerçek dünyaya hoş geldin!” ya da “Gerçek dünyaya eli boş geldin!”

Niceleri geldi neler istediler,
Sonunda dünyayı bırakıp gittiler,
Sen hiç gitmeyecek gibisin değil mi?
O gidenler de hep senin gibiydiler.

Bu dünya kimseye kalmaz bilesin,
Er geç kuyusunu kazar herkesin,
Tut ki, Nuh kadar yaşadın zor bela,
Sonunda yok olacak sen değil misin?

Sahip olduğumuza inandığımız maddi şeylere gerçekten sahip miyiz? Bizim ya da benim dediğimiz şeyler, gerçekten bizim mi? Evet, belki söz konusu şeyler üzerinde edinimden kaynaklı bir tasarrufumuzun olduğu söylenebilir ama nereye kadar bu aidiyet. Eli boş geldiğimiz dünyadan eli dolu giden biri var mı? “Benim” dediğimiz şeyleri yanında götürebilen biri? Ya da ölüme karşılık verilecek bir bedel var mı? Esasen pek çok kişi bu durumun apaçık gerçekliğinin farkındadır. Ama her şeye rağmen gözler yumulur, kulaklar tıkanır. Deyim yerindeyse devekuşu misali, başlar kuma gömülür. Bu gerçek ile yüzleşmek istemez insan.

Çünkü tabiatının bir yönü aykırıdır zaten dünyevi hırslara kapılmaya. Ama köreltir o yönünü. Köreltir, çünkü arzularıyla çeliştiği için rahatsız eder onu bu durum. Kaçmak ister gerçekten. Unutmak. Hatırlamamak. Oysa unutması ya da hatırlamaması, değiştirmeyecektir bu gerçeği. Zamanı gelmiştir ve vakit ayrılık vaktidir artık. Nefesler tutulur. Ve uğrunda nelerin feda edildiği dünya hayatına veda edilerek, bu kez gözler gerçek karşısında ister istemez yumulur.

Ölünün dili olsa diyecek sana,
Ben fırsatı kaçırdım tövbe et günahına…

(Necip Fazıl Kısakürek)

Ansızın gelir, kaçamazsın!

İşyerinde ya da evinde otururken, bir anda en yakınlarının yanına geldiğini ve tek bir söz bile etmeden hüzünlü bir şekilde ellerinden ve ayaklarından havaya kaldırarak, seni taşımaya başladıklarını hayal et. Sen “Durun ne yapıyorsunuz indirin beni aşağıya” demene rağmen, işiten ya da senin haykırışına tepki veren yok. Aldıkları gibi seni gasilhaneye götürüyor ve elbiselerini çıkartıp seni yıkıyorlar. Sen anlamsız bir şekilde ne olduğunu anlamaya çalışırken, bir de bakıyorsun cenaze namazın kılınıyor. Ardından tabutundan çıkartılıp mezarına konuyorsun ve üzerine toprak atılıyor. Bir anda uyanıyorsun ve tüm gördüklerinin seni dehşete düşüren bir rüya olduğunu anlayıp derin bir oh çekiyorsun.

Peki, nereye kadar bu oh! Evet, belki hâlâ hayattasın ve tüm bu gördüklerin bir rüya. Ama bu, er ya da geç senin kaçınılmaz olan sonun. Şimdi değilse de bir gün aynen gelip alarak omuzlayacak yakınların seni. Kendi elleriyle toprağın altına koyacak. Üzerine toprak atacak. Hâlâ yaşıyorsan bir sebebi var! …

Senin her türlü nankörlük ve inkârına rağmen Rabbin rahmet sahibi; sana hâlâ fırsat veriyor, gözünü aç da bak!

Ölümün zamanı da, sırası da yok. En yaşlıdan başlayarak gençlerin de yaşlanmalarını beklemeyebilir. Ya da önce büyük ablanın evlenmesi ve ardından gelenlerin sıralarını beklemeleri gibi değildir ölümün gelişi. Ansızın gelir. Antik Romalı düşünür Seneca’nın da dikkat çektiği gibi farkında olmasa da insan, zaman ölümün lehine işlemektedir: “Dikkat edersen, hayatımızın en büyük bölümü kötü iş yapmakla geçiyor, büyük bir bölümü hiçbir iş yapmamakla, bütün yaşamımız da gerekenden başkasını yapmakla geçiyor. Zamana değer veren, gününün değerini bilen, her gün biraz daha ölmekte olduğunu anlayan bir kimse gösterebilir misin bana? Yanıldığımız bir nokta var; sanıyoruz ki ölüm önümüzdedir; oysa ölümün büyük bir kısmı şimdiden geçip gitmiştir. Hayatımızın gerimizde kalan kısmını ölüm geçirmiştir eline.” (Seneca)*

Oysa çok yakındır ölüm!

Çok büyük bir lütuftur aslında kimsenin nerede, ne zaman, ne şekilde öleceğini bilememesi. Üye olduğu spor salonundaki üyelik süresinin ne zaman dolacağını ya da her şey normal gittiğinde okulunun ne zaman biteceğini bilmesi gibi değildir. Yaşama gelirken beraberinde kaç yıl, kaç gün ve kaç saat yaşayacağı, nerede nasıl öleceği yazan bir belge ile doğmaz insan. Çünkü bu şekilde yaşayamaz. Aslında sonunda ölüm olduktan sonra, kimin nerede, ne zaman öleceğini bilmesi ile bilmemesi arasında bir fark yoktur. Olduğunu sanan aldanıyordur.

Hani filmlerde görürüz, hastaların raporları birbirine karışır. Öksürük şikâyetiyle gittiğiniz hastaneden, ölümcül bir hastalığın pençesinde olduğunuzu ve birkaç haftalık ömrünüzün kaldığını söylerler size. Tüm dünya başınıza yıkılır bir anda. Ne yapacağınızı bilemezsiniz. Yığılır kalırsınız bir köşede çaresizce. Sanki bir gün öleceğinizi bilmiyormuş gibi tam tarih verilince beyninizden vurulmuşa dönersiniz. Ümitsiz geçen ve yaşamınız boyunca yaptığınız hatalardan pişmanlık duyarak Allah’tan af dilemeye başladığınız birkaç günün sonunda, bir telefon alırsınız doktordan. “Beyefendi bu durumu nasıl açıklayacağımızı bilemiyoruz ama raporlarınız karışmış, turp gibisiniz maşallah, hiçbir şeyiniz yok.” İnanamazsınız önce. Sonra birden bire havalara zıplarsınız. “Ölmeyecekmişim! Ölmeyecekmişim!” Sarılırsınız hayata ve hüzünle geçen birkaç gününüzün acısını çıkarmak istercesine dalarsınız eğlenceye…

Bundan farksızdır aslında, pek çok insanın daldığı gaflet uykusu. Birkaç haftalık ömrünüz kaldı denildiğinde, normal yaşantınıza devam edemezsiniz. Yaptığınız işleri yapıp hayatınıza dair planları gerçekleştirmeyi hedeflemezsiniz. Tutuşur bir anda paçalarınız. Telaşa düşersiniz. Peki, şu an sizi telaşa düşürmeyen nedir? Öleceğinizi bilmenize rağmen bunun ne zaman olacağını bilmemeniz mi?

Oysa ölüme yakınlığınız ile ilgili bir değişiklik yoktur. İki hafta ömrü kaldığını öğrenen birinden çoktur, o iki hafta içinde, nereden baksan daha kırk yıl yaşayacağını düşünüp de ölen. Ama aldanır insan. Bu gerçeği göremez. Çünkü anlayamamıştır zaten, erken bulmuştur kendisi için ölümü. Sanki ölümün yaşı varmış gibi. Elbise sanarak ölümü, yakıştıramamıştır bedenine…

“Size hayat veren O’dur. Sonra sizi öldürüyor; sonra diriltecektir sizi. Gerçek olan şu ki, insan tam bir nankördür.” (Hac; 66)

*Aktaran: Kaan H. Ökten, Ölüm Kitabı, Agora Kitaplığı, İstanbul 2010, s. 119.

REKLAM ALANI
ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

BİR YORUM YAZ