Ekonomik Krizlerin Gerçek Sebebi
Ekonomi uzmanlarının dilinden sık sık duyduğumuz bir takım terimler vardır; ekonomik kriz, piyasanın daralması, durgunluk…
Amerika’da mortgate krizi olur, şirketler ve bankalar iflas eder; rüzgârından bizim ekonomimiz sarsılır. Amerika ile aramızda kriz olur, dolar fırlar. En ufak siyasi dalgalanmalarda finans çevreleri paralarını çeker, borsa düşer, döviz pahalanır. Olan da her zaman halka olur. Döviz pahalanınca hemen her türlü ürünün maliyeti artar, fiyatlar pahalanır. Ama maaşlar ona göre artmaz, aksine durgunluk olur; esnaf iflas eder, firmalar işçi çıkarır.
Hemen hemen her on yılda bir ekonomik kriz yaşanır. Elbette halka tesiri çok şiddetli olur. Borçların ödenmemesi, alacaklıların sıkıntıya girmesi, iflaslar, konkordatolar… Aileler sarsıntı yaşar, bazen yuvalar yıkılır, çocukların psikolojisi ve eğitimi etkilenir. Mesela 2009 krizinde boşanma oranları ani artış göstermiş. Aile yapısı ne kadar dayanıksızsa, maneviyat ve ahlak ne kadar zayıfsa, ekonomik krizin tetiklediği çöküş o kadar büyük olur.
İnsanların sadece dünyevi hayatı altüst olmakla kalmaz, ahiret hayatı da etkilenir. Bazı kişilerin tevbesini bozduğu, tekrar yanlış alışkanlıklara döndüğü olur; hatta canına kıyanlar bile görülür.
Ama bütün bunlar kimin umurunda. Merhameti unutmuş bir dünyada tek amaç vardır; zenginleşme, kalkınma, ilerleme… Zayıflar, mağdurlar dökülür, ölen ölür, kalan sağlar bizimdir. Yeter ki büyük sermaye daha çok kar etsin, uluslar arası şirketler karını daha da artırsın.
Biri yoksulluktan, geçinememekten mi söz etti, hemen çözüm önerileri dayatılır: “Kadınlar da çalışsın. Fazla çocuk dünyaya getirmeyin; doğum kontrolü yapın, nüfus planlaması uygulayın.”
Hiç kimse sorguluyor mu; acaba bu krizler neden çıkıyor? Dünyada bunca nimet var, neden yetmiyor?
Neden Yetmiyor?
Her geçen gün teknoloji ilerliyor, üretim bollaşıyor, öyleyse bu pahalılık neden?
Artık birçok işleri makineler yapıyor, hatta insanlar işsiz kalıyor. Öyleyse neden kadınların çalışması gerekiyor? Neden huzur içinde anneliğini yaşayamıyorlar?
Aslında dünyadaki kaynaklar herkese yeter ama aç gözlülük ve adaletsizlik yüzünden insanların iki dünyası cehenneme çevriliyor.
Bugün dünyada hâkim olan ekonomik düzenin temelinde faiz düzeni var. Faiz ise adaletsizliğin en önemli sebebi… Allah-u Zülcelâl’in yasakladığı faiz, insanı sermayenin kölesi yapıyor.
Bir düşünün, her hangi bir iş adamı, yatırım yapmak veya işini büyütmek için faizli kredi alsa, o borcu faiziyle birlikte ödeyebilmek için ürettiği malı daha pahalıya satacak, çalışanına daha düşük ücret ödeyecek. Böylece üreten ve tüketen halktan acısını çıkaracak.
Hem faiz insanların kar beklentisini de artırıyor. Mesela bir sermaye sahibi, “Ben paramı direk faize yatırsam zaten hiç riske girmeden yüzde şu kadar faiz alacağım. Eğer yatırım yapacaksam ona göre çok daha fazla kazanmam lazım,” diye beklentiye giriyor.
Bunun yanında faizli düzende reel ekonomi daima baskı altında kalıyor. Mesela bir zeytin üreticisi, sene başında ilaçlama, sulama, toplama, nakliyat ve benzeri masraflar için bir miktar kredi almış olsa, o krediyi faizli bir şekilde ödeyecek. Hâlbuki bazı seneler mahsul bol bereketli olurken bazı seneler olmuyor. Bazen tabii afetler oluyor, bazen rekolte düşük oluyor, bazen mahsul para etmiyor. Ama faiz söz dinlemiyor.
Faiz, gerçek hayatta karşılaşılan riskleri yok sayıyor, mutlak kar bekliyor. Halbuki dinimiz, bir tarafın sermaye diğer tarafın emeğini ortaya koyduğu bir ortaklıkta, kar zarar ortaklığını emrediyor; faizi haram kılıyor.
Neticede insanlar gerçek ekonomiden, üretkenlikten kaçıyor; şehirlere göçüyor, masa başı işlerde çalışmak istiyor. Bu sefer üretmeden tüketiyoruz. Ülkemizde topraklar boş dururken dışarıdan mahsul ithal ediyoruz. Bu ise ekonomiyi daha da kırılgan hale getiriyor.
Lüks Düşkünlüğü ve İsraf
Ekonomik huzursuzluğun bir diğer sebebi de yine dinimizin hoş görmediği, israf, bencillik, zekatını vermemek, paylaşmamak…
Kapitalist ekonomik sistem televizyon ve benzeri araçlarla insanlara daha lüks yaşamayı hayatın gayesi gibi gösteriyor. Böylece insanların önüne asla ulaşamayacağı hedefler konularak herkes yarış atı gibi daha lüks hayat, daha bol tüketim peşinde birbiriyle rekabete sürükleniyor.
Ülke ekonomisinin büyümesi kendi öz kaynaklarına değil, yukarıdan aşağıya doğru yayılan sun’î bir tüketim modeline dayanıyor. Tüketimimizin çoğunu ise dış borçla ithal ediyoruz. Görünüşte ürünler bizim fabrikalarımızda üretiliyor olsa bile; makine parkı, hammadde, patent hakları ve benzeri temel girdilerin hepsi için dışarıya para gidiyor. Bu durumda bize düşen sadece montajcılık ve fason işçilikten ibaret kalıyor.
Üstelik zaman içinde onu da yapamaz olduk; çünkü işgücü bakımından bizden daha ucuz olan Uzak Doğu ile rekabet edemez hâle geldik. İthalatçılık daha da kârlı hâle geldi. Bunun sonucu olarak önce küçük atölyeler, esnaf ve sanatkârlar; sonra daha büyük fabrikalar, mağazalar sıkıntıya girmeye başladı.
Meselâ önce marketler açılırken bakkallar birer birer kapanmaya başladı. Sonra hipermarketler ve süpermarket zincirleri istîlâ etti her yeri ve marketler can çekişmeye başladı. Kısacası sistemde büyük sermaye daha büyük, en büyük hâle gelirken orta sınıf sürekli yoksullaşacak.
Orta sınıfın yok olması, sadece ekonomik bir sorun değil, aile yapısını da etkiliyor, ahlakı da etkiliyor. İnsan orta halli ve yeterince gelir sahibi olduğu zaman aile düzenini koruması daha kolaydır. Aşırı zenginlik azdırır, aşırı yoksulluk da insana adeta dinini sattırır. Öyle olur ki, aile reisleri hanımlarını çocuklarını kötülüklerden koruyamaz olur. Aile babası orta gelirli olmalıdır ki, ehlini ıyalini çalışmak mecburiyetinde bırakmasın, dış dünyadaki istismarlardan muhafaza edebilsin.
Mesela Osmanlı devrinde bir delikanlı, bir ustanın yanına çırak olarak girer, yetişir, kalfa olur, usta olur ve kendi dükkanını açardı. Evlenir ailesini geçindirirdi. Dürüst bir esnaf ve sanatkar evine bakar, çocuklarını yetiştir, yaşlı ana babasına kol kanat gerer, hatta bazı yoksullara, dul ve yetimlere de el uzatırdı. Şimdi bir esnaf kendi işini ayakta tutmakta zorlanıyor.
Gençler doğru düzgün iş bulamayınca AVM ve gıda zincirlerinde çalışıyor. Ama buradan aldığı maaşla hem kira ve faturaları ödeyip hem ev geçindirmek mümkün olmadığı için, evlenemiyor.
Kızlar talip bulamayınca evde kalmış gibi oturmaktansa bir işe girip çalışıyor. Kızlı erkekli gençler, reklamlardaki ve dizilerdeki gibi bir hayat tarzı içinde yaşıyorlar. Cep telefonunu değiştirmek, yırtık pırtık bir kot pantolona sırf filanca marka diye şu kadar para vermek, dışarıda yemek, eğlence yerlerine gitmek vs. derken kazan-harca kısır döngüsü içinde ömür tüketiliyor.
Dikkat edilirse, boşa harcanan sadece para değil, esas önemlisi, ömür tüketiliyor; hem de ömrün en kıymetli kısmı olan gençlik heba oluyor.
Hayatlar Heba Oluyor!…
Unutmayalım, ekonomik düzen sadece bir para meselesi değildir. Esasen para da sadece dünyevi ve maddi bir şey olarak görülmemelidir. Para, hak edilen bir karşılık demektir. Kişinin emeği, hakkı, sevdiklerine miras olarak aktardığı birikimi…
Paranın nasıl kazandığı, nasıl paylaşıldığı, nasıl harcandığı, nasıl hayata yön verdiği önemlidir. Bunlar insanın hayat tarzına, gönül huzuruna, aile düzenine, ahlakına, nesillerini nasıl yetiştirdiğine tesir eder.
O sebeple para kazanmak sadece ekonomistlerin meselesi değildir; paranın nasıl kazanıldığı da bir kulluk mesuliyeti meselesidir. Hem kendimizin, hem başkalarının maneviyatını bozacak şekilde para kazanmak bir vebaldir. Çoluk çocuğumuza faiz, rüşvet, hileyle kazanılmış kazanç yedirirsek onların ahlakına akseder. Bakarız ki ailemiz, çocuğumuz yoldan çıkmış, söz dinlemiyor.
Para, insanların hayatlarını sürdürmek için muhtaç oldukları şeyleri satın almalarını sağlar. Bir yerde hayatın kanı, canıdır para… O yüzden de paranın piyasada hiçbir tıkanıklığa uğramadan sağlıklı bir şekilde dolaşması önemlidir. Nasıl ki vücudumuzda kan dolaşımı bozulursa kangren veya felç gibi ciddi sonuçlar ortaya çıkıyorsa, paranın sağlıklı dolaşamaması, hep bazı yerlerde toplanıp tıkanıklığa yol açması da toplumun sağlığını bozar.
Bu sebeple dinimiz, faizi ve haksız kazançları yasakladığı gibi, ayrıca zekatı ve paylaşmayı da emretmiştir. Çünkü zenginler bencilleştikçe fakirler de sabredemez olurlar. Hem zenginin ahlakı bozulur, hem fakirin. Aralarında doğan haset ve husumetten dolayı toplumun asayişi ve huzuru da bozulur. İnsanlar ümitsizliğe düşer, kötü yollara sapar. Artık vaaz ve nasihat de tesir etmez olur.
Bu sebeple şu kötü zamanda haksız kazançlardan sakınmaya, helal kazancımızı Allah’ın emrettiği şekilde infak etmeye çok daha fazla önem vermeliyiz. Belki küresel sömürü düzenini değiştiremeyiz, ama en azından kendimizi düzeltebiliriz.
Ülkemizde ailevî değerlerin korunuyor olması da ekonomik dayanıklılığımızı artıran bir faktör. Meselâ bazı aileler, büyükleriyle bir arada yaşayarak tasarruf ediyor. Ayrıca hanımlar bahçede, evde, mutfakta ürettiği ürünlerle tüketimi en aza indiriyor.
Halkımızın bir kısmı dini inançları sayesinde kötü alışkanlıklardan uzak dururken, eğlence ve zarurî olmayan harcamalardan kaçınıyor. Bunun yanında vakıf ve derneklere, hayır çarşılarına katkıda bulunarak yardımlaşmayı sağlıyor. Kısacası, çoğunlukla inancımızın icabı ve tavsiyesi olan bu dayanışma ve yardımlaşmalar bizi büyük sermayenin sömürüsünden bir derece koruyor.
Elbette bunların dünya çapında geliştirilerek artırılması gerekiyor. İslâm ülkeleri arasında yardımlaşma ve işbirliğinin geliştirilmesi sayesinde dünyayı mahveden bu sömürü ağını delip geçmemiz, hattâ başka milletlere de örnek olmamız mümkün olabilir.
Bundan daha iyisi, medeniyetimizi yeniden yükseltirken faizsiz, helal kazanç sistemini ve vakıf ekonomisini alternatif bir model olarak ortaya koyabiliriz. Osmanlı’nın tecrübesini günümüz şartlarına uygulayarak yeni bir ekonomik sistem üretmemiz bütün dünyanın hayrına olacaktır.
Komünizmden sonra kapitalizmin de can çekiştiği günümüzde insanlık yeni bir ümide muhtaç. İnsanlığın ümidi olmamız için insanlığın baş belâsı faizden uzak, yardımlaşma kültürüyle bezeli bir ekonomik modeli uygulayarak ortaya koymamız, tek çıkış yolu olarak görünmektedir.