Ebû Turab el-Nahşebi -k.s.-
Ebû Turâb el-Nahşebi rahmetullahi aleyh, Horasan evliyalarının büyüklerindendir. Asıl adı Asker bin Husayn olduğu hâlde Ebû Turâb künyesi ile meşhur olmuştur. Maveraünnehir civarında Nahşebde doğduğu için en-Nahşebî nisbesi ile anılır.
Devrinin âlimlerinden fıkıh ve hadis ilimlerini öğrenen Ebû Turâb hazretleri Şafiî mezhebinde fakihlik derecesine nail oldu. Hadis rivayetiyle meşgul olan Ebû Turâb hazretlerinden Ahmed bin Hanbel, İbnu’l-Cella gibi büyük muhaddisler rivayette bulundu. Zühd ve tasavvufa yönelince Hâtim el-Esam gibi ünlü sûfîlerin sohbetinde bulundu. Onun Bâyezîd-i Bistâmî ile görüşüp sohbet ettiği de kaydedilmiştir.
Mücadele ehli ve fütüvvet erbabı olan sufilerden olduğu bildirilmiştir. Dünyayı insanın gölgesine benzetirdi. “Sen onun peşine düşersen senden kaçar. Sen ona aldırış etmezsen peşine düşer.” Derdi.
Bununla beraber dünyadan yüz çevirmiş gibi görünüp de sonra insanlara el açmayı hoş görmezdi. Melâmetîliğin kurucusu sayılan Hamdûn el-Kassâr ve fütüvvet yönüyle tanınan Ahmed b. Hadraveyh gibi sûfîlerin yetişmesine öncülük etmiştir. Onun zühde ve marifetullaha dair sözleri tasavvuf eserleri yoluyla sonradan gelen sûfîlerin yolunu aydınlatmıştır.
Ebû Türâb’ın çevresinde seçkin zâhidler ve âbidler toplanmıştı. İbnü’l-Cellâ, Hakîm et-Tirmizî, Ali b. Sehl, Yûsuf b. Hüseyin er-Râzî, Şah b. Şücâ‘-ı Kirmânî, Ebû Hamza el-Horasânî, Ebû Hamza el-Bağdâdî gibi niceleri onun sohbetlerinden ve feyzinden faydalanmıştır.
Menkıbeleri
Dünya malına hiç ehemmiyet vermeyen Ebû Turâb hazretleri bir gün bir berbere gitmiş ve:
“Beni Allah rızası için tıraş eder misin?” demişti.
Berber kabul etti ve onu tıraş etmeye başladı. O sırada oradan vali geçti. Nahşebî’yi tanıdı ve yanındaki adamlarıyla ona içinde bin dinar bulunan bir kese gönderdi.
Valinin adamı keseyi takdim edince Ebû Turab hazretleri:
“Onu berbere tıraş ücreti olarak veriver,” dedi. Adam keseyi berbere uzattı. Berber:
“Vallahi içinde bin dinar bile olsa kabul edemem,” diye yemin edince Ebû Turab hazretleri:
“Al bunu valiye geri götür, berber almadı. Bu yüzden geri gönderdi, de! Bir başka işinde kullansın,” dedi.
Sıcak Ekmek ve Yumurta
Ebû Turab hazretleri şöyle anlatır:
Çölde olduğum bir sırada nefsim yumurta ve sıcak ekmek yemek istedi. Nefsimin isteğini yapmamaya gayret ederdim ama nasıl olduysa isteğim galip geldi. Bir köye girdim. Meğer bir gün önce o köyde hırsızlık olmuş. Köylüler hırsızı arıyormuş.
Beni görenlerden biri, hırsız olduğumu iddia etti. Bunun üzerine beni yakaladılar, yetmiş sopa vurdular. Tam bu sırada bir kişi geldi ve beni tanıdı.
“O hırsız değildir, âlim Ebû Türâb’tır,” dedi. Bunun üzerine köylüler benden özür dilediler. İçlerinden biri beni eve yemeğe götürdü. Sofraya taze ekmek ve yumurta getirdi. Nefsime:
“Ey Nefis! Yetmiş sopadan sonra ekmekle yumurtanı ye,” dedim.
Tevbe Eden Genç
Ebû Turab hazretleri geceleri şehirde dolaşır, acizlerin, gariplerin haliyle ilgilenirdi. Bir gün yine dolaşırken bir kısım erkeklerin, bir kadınla tartıştıklarını duydu. “Yanlarına gideyim, eğer mazlûm ise yardım edeyim,” diye düşünerek oraya doğru yürüdü. Kadın onu görünce hâlini arz etti:
“Benim günahkâr bir oğlum var. Dün gece yine arkadaşlarıyla toplanıp şarap içmek, eğlenmek istiyordu. Ama akşamdan sonra, Allah-u Zülcelâl ona bir hastalık gönderdi, şimdi ölüm döşeğinde. Mahalle halkı onu bu mahalleden çıkarmak istiyor. Ben de diyorum ki, zaten hastalığı şiddetlidir. Ya ölür, ya tevbe eder. Eğer ölmez ve tevbe de etmezse o zaman onu şehirden dışarı çıkarırsınız.”
Ebû Turâb kadına destek oldu ve kalabalığı dağıttı. Ardından da gencin yanına geldi. Genç Ebû Turâb hazretlerini karşısında görünce ağlamaya başladı. Meğer bu genç zaman zaman tevbe etse de sebat edemez, o yüzden çok üzülürmüş. Bu sebeple:
“Ya Rabbi, bana Ebû Türâb hazretlerini görmeyi ve nasûh tövbesi etmeyi nasip eyle,” diye dua edermiş.
Ebû Turâb hazretlerini karşısında gören genç, “Duâmın biri kabûl edildi, umarım ki, ikincisi de kabûl edilir.” Diye ümitlendi. Ebû Turâb hazretlerinin yanında gözyaşlarıyla samimi bir tövbe etti. Genç o gece tevbesi kabul olmuş olarak vefat etti.
Ebû Türâb hazretleri o gece rüyâsında Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemi gördü. Peygamber aleyhisselatu vesselam ona şöyle müjde verdi:
“Ey Ebâ Türâb! Dün senin elinde tövbe eden genç, bu gece vefât etti. Allah-u Zülcelâl onun tevbesini kabul edip onu salih kulları arasına kabul etti. Ey Ebâ Türâb! O gence izzet gözü ile bakın. Cenâzesinde hazır bulunun.”
Ebû Turâb hazretleri uyanınca,“Ey Allahım, ne kadar kerîmsin ki, daha dün fıskı yüzünden, mahalleden çıkarmak istedikleri bir günahkârı böyle samimi bir pişmanlık ve tevbe nasip ettin, böyle bir dereceye kavuşturdun,” dedi.
O gece birçok kişilere rüyasında, “o gencin tevbesinin kabul olduğu ve her kim onun cenâzesine iştirak ederse Allah-u Zülcelâl’in onu mağfiret edeceği” bildirilmişti.
Bu hadise duyulunca bütün şehir akın akın gencin cenâzesine katılmak için geldi. Bütün şehir halkı, Allah-u Zülcelâl’in bu gence olan merhamet ve keremine hayran oldu.
Ebû Turab hazretleri Hızır aleyhisselâm ile görüşmesini şöyle anlatmıştır:
Çölde bir kişiye rastladım. Kim olduğunu sordum, “Hızır’ım” dedi. Sonra bana,
“Ey Ebû Türâb, şimdi Allah-u Zülcelâl’in sevdiği velî kullarının kalbini düzeltmeğe memurum. Allah yolundan ayrılınca, onları yola getiririm. Bu yolda ilk iş, yok olmak (benliğini öldürmek) ondan sonrası ise kurtulmaktır.” dedi.
Hikmetli Sözleri
Ebû Turâb el-Nahşebî rahmetullahi aleyh şöyle demiştir:
“Kul bütün gücüyle günahlardan uzaklaştığı zaman, Allah-u Zülcelâl’in yardımı, ihsânı her tarafını kaplar.
Kalbin günahlar ile kararmasının alâmeti üçtür:
Birincisi günah işlemekten korkmamak,
İkincisi ibâdetlerde gevşeklik.
Üçüncüsü de, va’z ve nasîhatlerin ona te’sîr etmemesidir.”
***
Tasavvuf ehline şöyle nasihat ederdi:
“İnsanlarla olan muamelen, ateşle olan işin gibi olsun. Onların faydalarından istifade et, zararlarından sakın!”
“Kalplerin en yücesi Allah’tan gelen bir idrak nuruyla diri olan kalptir. İbadetlerin en iyisi de kalp hevatırının ıslahıdır.”
“Âlim olan kişi, karşısındakinin anlayışına göre konuşur.”
***
Ebû Türâb el-Nahşebî hazretleri, bir sohbeti sırasında buyurdu ki:
“Allah-u Zülcelâl’in ahkâmını bilmeyen kimse, Allah’ı bilemez. İnsan ancak Allah’ın emirlerini bilmekle marifetin esasına erer. Rabbini bilirse, O’nun hükümlerini ve emirlerini bilir ve gücü yettiği kadar onları tutar. Böylece onun üzerinde sıdk, doğruluk alâmetleri belirir. Sonra doğrulukta iyice meleke kazanır, sâdıklardan olur.”
***
Ebû Turâb el-Nahşebî, mürşid olacak kimsede şu sıfatları arardı:
1. Hakk’ın fiilini halkın fiilinden ayırabilme melekesi,
2. Amel sahiplerinin derecelerini bilme kabiliyeti,
3. Nefs ve tabiatları tanıma istidadı,
4. Muhalefetle ihtilafı birbirinden ayırabilme özelliği.
***
Nasihatlerinden biri de şöyle idi:
“Şu dört şeyi şu dört yere bırakın:
Uyumayı kabre,
Rahatı Sırat köprüsüne,
Övünmeyi mizana; yani amellerin tartılması anına,
Arzu ve istekleri cennete. (Yani bu dünyada bunları aramayın. Bunları ahirette karşınızda bulabilmek için amel yapın.)”
***
Bir sohbetinde de şöyle buyurmuştur:
“Kul, amelde samimi olunca Allah o ameli işlemeden onun zevkini onun gönlüne verir. Ameli işlerken ihlas bulunursa, onu işlerken zevk ve şevk duyar.”
***
“İnsanlar kendilerinin olmayan üç şeyi severler:
Nefis, ruh ve mal. Bunlardan ilk ikisi Allah’ındır; Allah’a döner. Sonuncusu varislere kalır.”
***
“İnsanlar bulamayacakları iki şeyin peşinde koşup dururlar: Ferah ve rahat. Halbuki bunların ikisi de cennettedir.”
***
“Tevekkül, kendini kulluk denizine atıp, kalbini Allah-u Zülcelâl’e bağlamaktır. Verirse şükür, vermezse sabır etmektir.”
***
“Allah-u Zülcelâl kimi felâkete düşürmek isterse, ona âlimlerin aleyhinde bulunma huyunu musallat eder.”
***
“Sufî hiçbir şeye üzülmeyen her şeyin kendisiyle safa bulduğu kimsedir. Derviş ise, rızkı bulduğundan, elbisesi mahrem yerlerini örtmek üzere giydiğinden, evi de barındığı yerden ibaret olan kimsedir.”
***
“Gerçek zenginlik senin gibi (mahluk) olandan müstağni olman, gerçek fakirlik de kendin gibi mahluk olana muhtaç olmandır.”
***
Ebû Turâb hazretleri, Marifetullah hususunda şöyle demiştir:
“İnsan iki yüz sene de yaşasa şu dört şeyi tanımadıkça cehennemden kurtulamaz: Ma’rifet-i ilahiyye (Rabbını tanımak) nefsi yani kendini tanımak, Allah’ın emir ve yasaklarını bilmek, Allah’ın ve nefsin düşmanlarından haberdar olmak.
Ma’rifet-i ilahiyye, insanın kalbiyle, verenin de alanın da faydalı veya zararlıyı gönderenin de Allah olduğunu bilmesidir.
Nefsi yani kendini tanımak, fayda ve zarar cihetinden senin hiçbir şeye gücünün yetmeyeceğini bilmen, ve bu acizlik duygusu içinde Hakk’a tazarru ile iltica etmendir.”
Allah-u Zülcelâl istifade etmeyi nasip eylesin. Amin